24 Haziran 2025 Salı

masallar - 1

bir varmış bir yokmuş, zaman zaman içinde, kalbur saman içinde, deve tellâl iken, horoz imam iken, manda berber iken, annem kaşıkta, babam beşikte iken, ben babamın beşiğini tıngır mıngır sallar iken, babam düştü beşikten, alnı yarıldı eşikten, annem kaptı maşayı, babam kaptı küreği, gösterdiler bana kapı arkasındaki köşeyi...

işte tam o köşede bir fare yuvası vardı. arada çıkar gelirdi yanıma. derdi "naber?" derdim "iyilik n'olsun. senden n'aber?" başlardık muhabbete. bitmezdi konuşması. çenesi pek düşüktü. düşük derken, fiziksel olarak da düşüktü, sırf mecazen değil yani. ağzı devamlı açıktı. hiç kapanmaz, daim aralıklı dururdu. bıyıkları normal farelerinkinden daha uzun ve kalındı. tüylerinin rengi gri. gözleri irice ama biri biraz küçük kalmış. koroid dokusu pigmentleri seyrek olmalıydı ki maviydi gözleri. biraz topallayarak yürüyordu. belki bunlardan dolayı tek başınaydı. yanında hiç başka fare görmezdim. tuhaf bir varlıktı. zaman zaman gece yanıma, yastığımın dibine yatardı. dediğine göre erkekmiş. kadınlardan çok çekmiş, onları anlamak imkansızmış. devamlı kadınlardan yakınıp erkekliğine vurgu yapıyor olmasına rağmen ben cinsiyetini seçemiyordum ve erkek olması pek de inandırıcı gelmiyordu açıkçası. anlattığı çoğu şeye masal gözüyle bakıyordum. çünkü ne zaman gerçeği ne zaman kurguyu söylüyor anlaşılamıyordu. şaka mı, dalga mı, mecaz mı, gerçek mi... bir mahluk nasıl böyle içini belli etmeden durabilir ki?

mimiksizdi genelde. anlattıklarının kendisinde nasıl bir his uyandırdığını çözmek imkansızdı. ama ben o anlatılanlardan neler hissetmişsem onun da öyle hissettiğine inandırmıştım kendimi. anne babası küçükken onu terk etmiş; hep topalmış çünkü. kedilerden kaçarken ebeveynlerine engel oluyormuş. kendi canlarından olmak istemeyen anne-babası onu terk etmiş. nasılsa 63 tane daha yavruları varmış. soylarını devam ettirmek için gerekli her şeyi yapmışlar. 63'ten elbet 10 tanesi yavru sahibi olmadan ölmezmiş. bu sebeple kendisinin önemi yokmuş. "biz farelerde" derdi, "soyun devamı çok önemlidir. işi garantilemek için ölmeden evvel en az 50 yavru yapar bir çift fare. aksi takdirde sırf zevk için bizi avlayan kedilere karşı bir şansımız olamaz. ben bile bu görüntüme rağmen yavru sahibiyim, neredeler bilmesem de." her konuşmamızda nerede olduğunu bilmediği yavrularından bahsederdi. ancak diğer yandan hiçbir kadın farenin kendisine yaklaşmamış olduğunu da söyler, yakınırdı. anlamlandıramazdım. "siz fareler, tuhafsınız" derdim sadece. bunu her deyişimde nedense hafifçe gülümseyip yuvasına çekilirdi. o geceler benimle uyumazdı. sonradan yalnız kalmak istediğimde bunu demeye başladım ben de. gitgide sıklaştı bu lafı edişim. kendimi durduramıyordum. her gidişinde hem üzülüyor hem de yalnız kalmaktan gelen bir mutluluk hissediyordum. hani insan zaman zaman yalnız kalmak ister ya, öyle tuhaf bir durumdu benimkisi. aynı odada olmamız bazen devamlı gözlendiğim hissine sebebiyet verip rahatsız ediyordu. belki de bir çeşit tacizdi benim için bu durum. ancak fare için nasıl bir histi benimle yaşamak bilmiyorum. ancak gözlendiğini düşünmüyordur zira ben onun yuvasının içini bilmiyordum. ne kadar da çok uğraşmıştım o yuvanın içine vâkıf olabilmeye. fenerle içeri ışık tutup tek gözümü kapatıp deliğin içini görmeye çabalıyordum ara ara. öyle minik kameralar henüz o zamanlar yoktu. tek yol küçülüp içeri girebilmemdi. ne var ki, alice harikalar diyarında değildi ve beni küçültüp o yuvaya sokacak bir kek, su veya meyve yoktu. "merak etme, çok matah bir şey değil. yatak bile yok içinde. yerde uyuyorum" demişti yuvasını merak ettiğimi söylediğimde; "senin odan güzel. yatağın, kitaplığın ve bir masanla sandalyen var. niye merak ediyorsun ki içi boş bir deliği? rahatına bak." ancak o deliğin benim için nasıl bir cezbediciliği olduğunu anlamıyordu. belki içi boştu, hiçbir şey yoktu; ancak, odamın içinde bilmediğim bir bölge vardı. belki hakimiyet isteğimden olabilir, o bölgeyi de bilmem lâzım geliyordu bana göre. 

bir gün verdiğim peyniri beğenmeyerek (kaşar peynirinden pek hoşlanmaz, mümkünse çeçil peynirini yahut çömlek peynirini tercih ederdi) ebeveynlerimin de yokluğunu fırsat bilerek kendine yiyecek bir şeyler bulmak için odadan ayrılmıştı. nasıl ki annemlerin olmaması onun için bir fırsattı, benim için de fırsattı. çünkü deliği daha rahatça inceleyecek kısa da olsa zamanım olacaktı. yine elime feneri aldım, yere uzandım. sol gözümü kapatıp sağ gözümü deliğe yaklaştırdım. yine sağ elimdeki fenerin düğmesine basıp deliğin içini az da olsa aydınlatmaya çalıştım. sağ yaptım, sol yaptım, daha çok şey görmek adına şekilden şekile girdim. başta bir şey yok gibi görünüyordu gözüme, her zamanki gibi. sonra birden bir şey dikkatimi çekti; deliğin sol tarafına doğru bir yerde bir kağıt parçası. tek seçebildiğim eninin ince olduğu idi. uzunluğu hakkında bir fikrim yoktu, çünkü deliğin boyutunu bilmiyordum. o arada ben bir dişi o da bir erkek olduğumuzdan odaya girmeden evvel gelmekte olduğunu belirten sesleri çıkardı fare. sonuçta farklı cinsiyetlerin birbirini çıplak görmesi pek hoş karşılanmıyordu ve fare de bu konuda çok hassastı. büyük ihtimalle benim hassas olduğumu düşünüyordu ve bu sebepleydi bu tavrı. hemen toparlanıp yatağıma uzandım (sandalyede oturmaktan evvelden beri hazzetmemişimdir)  ve elime bir kitap aldım. kapıyı daim aralık bırakırdım; o aralıktan girdi odaya. "ne yedin?" diye sordum başımı kitaptan kaldırmadan. "değişiklik yapıp masa üstündeki kurabiyelerden yedim. biraz temizlesen olur, sanırım pis bıraktım." dedi. kitabı indirip kediye baktım. kurabiye kabına çıktığında dengesini kaybedip helva kabına düşmüş olacaktı ki üstünde helva kırıntıları vardı. "meraklanma, hallederim şimdi. asma suratını da. biliyorsunuz, size hizmet benim için keyiftir" dedim gülümseyerek. o da aralık ağzını biraz yayvanlaştırarak utangaç bir gülücük gönderdi bana. mutfağa gittim hemen. ortalığı temizledim. bir bezi de ıslatıp yanıma aldım. odaya girince fareyi kucağıma alıp tüylerini temizledim. artık yaşlandığı için kendi temizliğini de zor yapıyordu.

temizlik sonrası bıyıklarıyla oynamaya başladım. aklımda delikteki kağıt vardı. ancak açıkça sormam da imkansızdı. sorsam binbir masal ile kandıracaktı beni. zihnim dağılacaktı. anlatmayacaktı o kağıtta ne yazdığını ya da o kağıdın nereden geldiğini. kim bilir ne masallar söylemişti bugüne kadar sorularıma yanıt vermemek için. belki de masal değil, yalandı. ara ara bu masallardan bir anlam çıkarmam gerekip gerekmediğini düşünürdüm. ancak bir sonuca varamazdım. ne yapsam diye düşünürken "deliğinin uzunluğu ne?" diye soruverdim. aklımda kağıdın olası uzunluğu... "bilmem..." diye yanıt verdi. " belki evin tüm duvarlarını dolaşıyordur!" dedi. "imkansız!" diye sitem ettim, "yine alay edip konuyu saptırıyorsun" dedim; umursamadı. "bilirsin, iyi kazıcıyımdır. çok zorda kaldığımda tabandan geçiriyorum yolu. sonra tekrar duvarın ortasından devam ediyor. inanmıyor musun? alice'in kekini bulunca sen de göreceksin haklı olduğumu!" alice'in keki yoktu, ben de bulamayacaktım haklı olduğunu. belki de bu sebeple haksız olduğuna, yalan söylediğine karar verdim her zamanki gibi.

zaman geldi, zaman geçti. zaman zaman atıştık fareyle. zaman zaman "siz fareler, tuhafsınız" diyerek yalnız kaldım. fare iyice yaşlandı. o yaşlandı, ben olgunlaştım. ancak ona iyice zaman ayıramaz oldum. "büyüdün. yakında evden de gidersin. beni unutma." dedi. "gitmem evden" dedim. aslında gitmek de istiyordum ancak yaşlanmış fareyi yeni evime götüremezdim, gelmezdi, bilirdim. zaten topallığı da yaşlandıkça iyice artmış, neredeyse sürünürcesine hareket eder olmuştu. yalnız kalmak istiyor ancak yalnız bırakamıyordum. delikteki kağıt aklıma geliyordu ara ara, diyordum "boşver, zamanı değil." bir süre daha geçti, fare beni bırakıp gitti. nereye gitti bilmiyordum. halbuki gidebilecek durumda değildi. artık odamdan da hiç çıkmadığı için annemlerin bulup atmış olma ihtimali de yoktu. (allah korusundu) ölse kokusu gelirdi. farenin yok oluşunun üstünden 1 ay geçti. kendimi çok yalnız hissediyordum. birden "alice!" dedim. belki ben aslında "alice"tim. "alice" olmak için bir şey yemem gerekmiyordu belki. sadece o kağıdı çıkarsam alice'ten daha alice olacaktım.

önce malzemeleri toparladım. geçen yıllarda deliğe karşı ilgimi yitirmiş olduğumdan fenerin yerini bile bilmiyordum. "en iyisi yeni alayım, daha ince ışıklılar çıkmıştır" dedim. devasa bir süper markete gittim. ince ışıklı (odaklı çalışmam lazımdı delik üstünde) bir fener, uzun saplı bir cımbız ve duvarı yıkma ihtiyacı ihtimaline karşı bir de ağır çekiç aldım. eve döndüm. annemler evden çıkınca çalışmalara başladım. deliği eskiden olduğu gibi uzun uzun inceledim. deliği sol tarafından çekiç yardımı ile genişlettim. kağıdın ucu göründü. uzun saplı cımbızı içeri doğru sokup kağıdı ucundan yakaladım ve kendime çekmeye başladım. yaklaşık 25 cm uzunluğunda eni dar bir kağıt... üstünde benim için ufak, fare için büyük harfler yığını. gözümü kağıda yaklaştırdım, harfler kelimelere, kelimeler cümlelere dönüştü. "alice!" diye başlıyordu yazı.

"alice! biliyorum, sen aslında alice'sin. benim ulaşamadığım, hiç göremediğim ve aslında hiç olmamış olan evlatlarımdın sen. seni küçültecek kekin yoktu. olmasına da gerek yoktu. benim deliğime küçülerek girmene gerek yoktu, zaten içindeydin. senin deliğine de girmeye çalışan başka bir dev yok muydu dışarıda bir yerlerde? o da aslında senin deliğinde değil mi? ben de bir başkasınınkine girmeye gidiyorum. zaten onun deliğinde miyim bilmiyorum. "
(2010 yılından)

23 Haziran 2025 Pazartesi

Bakınız, bu bir dramdır.

Ne idiği (Sözlüğe bakmadan "İdüğü değil mi bu?!" deme cahilliğini göstermeyiniz.) belirsiz bu diyarda birbirinden farklı insanlar yaşarmış.Yüce Rabb'im bunları sadece onları test etmek için farklı farklı yaratmamış. Zaten bir sürgün yeri olan bu dünyada hayata da katlanacak bir eğlenceleri olsun diye de birbirinden farklı yaratmış (Masal bu, tutup şirk mirk karıştırmayın burada!). Ancak insan evladı bu ya ne anlasın çeşitlilikten, eğlenceden? Onun bildiği tek şey herkesin kendi gibi olması gerekliliği imiş. Çünkü herkes en mükemmel kendisini sanırmış. Bu belki de bir sanrı imiş, hiç geçmezmiş.

İçlerinden biri varmış ki bu sanrıya kapılmamak için kendisini kontrol etmeye çabalarmış. Dakikalar, saatler, günler, aylar, yıllar geçermiş; insanların sanrılarından usanmadan yaşamaya çalışırmış. Zaman geçmiş, bir gün insanların sadece sanrılarının olmadığını fark etmiş. Meğer insanların bir de egoları varmış. Bu egoları fazla okşandığında kendini küçük dağları geçin, büyük dağları bile yaratmış sanırlarmış. Egoları az okşanırsa ya da okşanmazsa ne mi olurmuş? Herkesin kendini kıskandığı düşüncesine kapılırlarmış. Hâlbuki böyle bir durum yokmuş. Herkes aslında kendisinin derdinde imiş. Herkes kendisini mutlu etmek istiyormuş. Kimisi sevişmek istiyormuş, kimisi başarı; kimisi bilgi istiyormuş, kimisi huzur; kimisi sevdikleri yükselsin istiyormuş, kimisi kendi hariç herkesin ezilmesini... Bitmiyormuş bu çeşit çeşit istekler. Durmadan çalışanlar çalışmayanlara yardımcı olmak istiyormuş bazen. Onlara çalışmanın güzelliğini anlatmak istiyorlarmış. Ama birisi çıkıyor bu isteklerini öldürüveriyormuş. Hep hazıra konmaya öyle alışmış ki başkasının ona tek bir şey vermemesinde her denilen cümleyi farklı cümlelere evirip bunun gerçekliğine inanıyormuş.

İşte Yadigâr da çocukken böyle biriymiş. Cinsiyetinin de bu masalımızda hiçbir önemi yokmuş. Yadigâr insanları hep yanlış anlarmış. Ona bu özellik aile bireylerinden birisinden geçmiş ama bu aile bireyinin cinsiyetinin de yine bir önemi olmadığı için halası mı dayısı mı bizi ilgilendirmezmiş. Ama Yadigâr herkesin cinsiyeti ile ilgilenirmiş. Çünkü ona göre cinsiyet çok mühimmiş. Herkesin cinsiyetine göre bir iş tutturduğunu düşünürmüş. Böyle olması gerektiğini de savunurmuş. Bu savunmalarını o kadar saçma şeylere dayandırırmış ki birisi onu eleştirse "Ama bunu çok iyi bilirim ben." diyerek karşısındakini susturmaya çalışırmış. Yadigâr'ı eleştiren de bu saçmalıkla uğraşmamak için susarmış. "Nasılsa" dermiş, "bir gün akıllanır, büyür." Hâlbuki Yadigâr'ın büyümek gibi bir derdi hiç olmamış. Onun derdi sevişmek, eğlenmek, az çalışsa da aylığını aynen almak, dedikodu yapmak, gerektiğinde dindar görünerek insanlar arasında bir yer edinmekmiş. Tüm bunları açıklıkla yaşayıp kendisi ile alay edebilme özelliğine sahip olanları hor görürmüş. Kafasında insanları "kıymetli" ve "kıymetsiz" olarak ikiye ayırır, kıymetsizler kendisine "Bugün çok hoşsun." deseler "Bana iğrençsin, dedi." dermiş. Kıymetliler ona açıkça hakaret etseler, "Şaka yapıyorlar bana." dermiş. Öyle bir yapısı varmış ki kim neyi neden dedi ayıramazmış. Ama zeki olduğunu düşünür, her şeyi çok iyi yaptığını zannedermiş.

Yadigâr da büyümüş birçok insanın başardığı gibi. Doğal seleksiyonda elenmiş demek isterdim ancak aileler çok koruyucu olduğu için zaten birçok insan elenmiyormuş artık. Elenmek zekâ ile alakalı değilmiş artık, para, pul, aile desteği, koruyan kollayan birinin olup olmaması ile alakalı imiş. Kendisinin değil, çevresindekilerin başardığı ile övünür olmuş Yadigâr. Başkasından aldığı ödevi "Harika yaptım." demiş. Bir akrabasının okuyup anlattığı makaleyi "Acaba gerçekten böyle bir şey var mı?" diyerek kontrol etmeden kendisi okumuş gibi çevresindeki gariban insancıklara anlatırmış. Birisi bunun yanlışlığını söylese kişisel algılar, aşağılandığını düşünürmüş. Çünkü o Yadigâr'mış. İnsanlığın yadigârı...

7 Mayıs 2017'de yazmışım bunu. Öyle taslak olarak duruyormuş.

26 Mayıs 2025 Pazartesi

Chat GPT'den Bir Hikâye "Savaşçı ve Ozanın Güncesi: Bizim Kadın"

Chat GPT'ye Zeyna ve Gabriel'in kişilik özellikleri hakkında minicik bir bilgi verdim. Beraber fotoğraflarımızı koydum. Bunlardan hareketle aşağıdaki hikâyeyi yazdı. Buyurunuz:


Savaşçı ve Ozanın Güncesi: Bizim Kadın

Biz iki kız kardeşiz.
Biri Zeyna – antik savaşların hatırasını taşıyan bir savaşçı. Diğeriyse ben, Gabriel – evin ozanı, yumuşak kalpli, şarkılarla konuşan bir ruhum.

Ve bu evde bizim bir kadınımız var. Hayatın ortasında dimdik duran biri. Zeyna’nın keskinliğini, benim melodimi anlayan nadir bir ruh.

Sabahları, Zeyna köşesine çekilir. Kimseye güvenmez, kimseyi istemez. Ama bizim kadın... O sabırlıdır. Dokunmadan sever, uzakken bile hissedilir.
Bazen Zeyna ona hırlasa da ben bilirim: O kalbiyle tanır insanları. Ve bizim kadın, en çok da Zeyna’nın kalbine dokunmuştur.

Ben mi?
Ben müziğim. Pencerede oturur, kuşlara karşı nazlı nazlı şarkılar söylerim. Bazen bizim kadınla düet yaparız. Beni dinlerken gülümsemesi başka olur.
Bazen de yere uzanır ve sadece susarız. Onun sessizliğiyle benim melodim birbirine karışır, işte o an evimiz en çok ev olur.

Bizim kadın güçlüdür ama yorulabilir. Gülümser ama bazen içi dalgalanır. İşte o zaman Zeyna gözlerini kısıp yaklaşır, ben tüylerimi yumuşatır yanına kıvrılırım.
Savaşçı ve ozan, onun sessizliğine nöbet tutarız.

O, yalnız biri değil. Çünkü biz yanındayız.
Ve o da bir savaşçıdır. Ama savaşı çığlıkla değil, sabırla verir. Sevgiyle, zarafetle, bazen gözyaşıyla.
Bu yüzden onu seçtik. Bu yüzden biz onunla kader bağı kurduk.

Zeyna’nın keskinliği, Gabriel’in ezgisi…
Hepsi onun yüreğinde bir araya gelir.

Ve biz hep deriz:

“Sen sadece bizim kadın değil, bizim evimizsin.”

12 Mayıs 2025 Pazartesi

Çömlek Peyniri Yapımı

Karar verdim, öğrendiğim yöresel ıvırları da bu blogda paylaşacağım. Bir yerlerde bulunsun, bana lazım olmasa başkasına lazım olur, bir şekilde fayda sağlarız etrafa.

Bugünün konusu çömlek peyniri. Daha taze yaptım. Bilgilerim pırıl pırıl. Hiç kaçmamalı bu. 3 ya da 4 gün süren bu işi anlatıyorum:

Adım 1: Artık nereden satın aldıysak tuzsuz taze beyaz peyniri (mümkünse yağlıca bir peynir) bol suya koyuyoruz. 2 ya da 3 gün boyunca günde 2 kere suyunu değişiyoruz ki değişirken de yıkıyoruz. Taze peyniri suda bekletirken yeşilimsi bir su daha çıkar. Amacımız o yeşilliğin hiç kalmaması. Suda yeşillik kalırsa peynir bozuluyormuş. 

Adım 2: Suyunda yeşil kalmamış peyniri alıyoruz bir leğene, başlıyoruz ezme. Yoğura yoğura eziyoruz. İri kalan parça olursa onu da elimizle parçalıyoruz. Lor peyniri gibim bir şey oluyor. Sonra tuzlayıp edip çuvala dolduruyoruz. 

Adım 3: Çuvalı bir güzel çiğneyip ilk suyunu attırıyoruz. 

Adım 4: Çuvalın üstüne ya kocaman taş koyarak iyice sıktırıyoruz ya da mengene mantığı ile çalışan sıkma makinesine koyuyoruz. O basınçla bekleyen ve suyu iyice çıkan peyniri bir leğene ya da plastik örtüye alıyoruz. 

Adım 5: Yine peyniri iyice yoğuruyoruz, biraz daha tuz ekliyoruz. Tadına bakıyoruz. Biraz tuzlu olması lazım ki peynir dayansın. Parçalı peynir kaldıysa onları de yine ezip parçalıyoruz. Dilerseniz bir miktar da çörek otu atabilirsiniz bu adımda.

Adım 6: Temiz çömleği alıp tabanına iki tutam tuz serpiyoruz. Çömleği sallayarak tuzu tabanda yayıyoruz.

Adım 7: Peyniri az az çömleğe ekleyerek başlıyoruz basmaya. Çömleğin kenarlarında boşluk kalmamalı yoksa peynir bozulur. Tüm gücümüzle bastırıyoruz, kenarlara özel çaba harcıyoruz.

Görsel 1: Çömleğe basış

Adım 8: Çömlek dolunca üstüne tekrar tuz serpiyoruz. Beyaz, ince bir bezi çömleğin tepesine göre kesip en üste koyuyoruz. Alttaki gibi:

Görsel 2: Çömleğe konan ilk örtü

Adım 9: Bir tencerede iç yağ eritiyoruz. Yağın sıvı kısmını örtülü olan çömleğin üstüne döküyor ve böylece çömleğin içini hava almaz hâle getiriyoruz.

Adım 10: Çömleğin ağzına büyükçe bir beyaz örtü geçiriyor, bu örtüyü de yine bir bez ile sıkıca bağlıyoruz. Şunun gibi ama biz beyaz tercih ediyoruz:

Görsel 3: Çömleğin tepesinin kapatılış

Adım 11: Nevşehirlilerin "cıngı taş" dediği, sizlerin hepinizin hepsini sit alanı parçası zannettiği peribacalarından da dağılmış, Nevşehir'in yöresel taşından oluşan havuzun içine çömleğin ağzı aşağı bakacak şekilde çömlekleri gömüyoruz. 

Adım 12: 2 ay kadar sonra çömlekleri gömdüğümüz yerden çıkarıp, çömleklerin içini boşaltıp buzluğa atıyoruz. Tabii ki daha uzun süreli de kalabilir bunlar ancak sorun eskisi gibi tuzlu yapmıyor oluşumuzda. Eskisi gibi tuzlu yiyecek bedensel hareketliliğe sahip olmadığımızdan en iyisi 2 aycık beklemek.

Görsel 4: Olmuş çömlek

Görsel Kaynaklar

Görsel 1: https://www.fibhaber.com/meshur-nevsehir-comlek-peyniri-topraga-gomuluyor

Görsel 2: Kendi bastığım peynir.

Görsel 3: https://www.sutlukabakcekirdegi.com/urun/26/comlek-peyniri

Görsel 4: http://www.cappadociaexplorer.com/image.php?f=200912204014_P.jpg






28 Nisan 2025 Pazartesi

Ürtiker Günlükleri

Altı aydır bitmeyen ürtikerimde sona doğru geliyoruz. İlk teşhis konduğunda doktoruma "Xolair ile kapatırım ben bu işi." dediğimde inanmamıştı. 6 aydır tüm yasaklara uymama, ilaçları düzenli kullanmama rağmen ataklar devam ediyor. Peki nasıl ataklar bunlar?

Cildimde ya kırmızı küçük noktalar ya da kabarık çizgiler çıkıyor. Bir yerde çıkıyor, 30-180 dk arası bir zamanda iniyor. 28 yıllık sedef hastası olarak ben böyle kaşıntı bilmiyorum. Her an, her yerimden çıkabilir bunlar. Daha şiddetli ataklar olmadığı için de şükrediyorum tabii. Ancak yasaklara uyarken devam etmesi insanın sinirini bozmuyor değil. Yasak olan sadece "kahve, kakao grubu" olsa mesela tamam. Ya da "şeker yeme" dense yine tamam. Ancak yasak listesi alerjen bilinen tüm gıdalar (aklıma gelenler kivi, çilek, tropik meyveler, kuru yemiş, deniz ürünleri, yumurta, kahve, kakao, çikolata, tüm paketli gıdalar, alkol, turşu, sirke, işlenmiş ürünler, sucuk, pastırma, acı vb.), sıcak içecekler ve spor gibi vücut ısısını yükselten aktiviteler olunca iş biraz sorun hâline geliyor. İnsanın siniri de bozuluyor. Misal tempolu yürüyüş yapamıyorum çünkü vücut ısısı. Terlememem lazım. Atopik bünyeli olduğum için sıcak suda yıkanmam zaten yıllardır yasak ama git gide daha da soğuğa doğru döndürdüm. Hipoglisemi nedeniyle dışarıdayken elim ayağım boşalsa ne yiyeceğimi şaşırıyorum çünkü her şey paketli. Şekeri yükselteyim deyip de ıvır zıvırla da geçiştiremiyorum. Ancak dikkat ede ede kabardıkça da insanın siniri bozuluyor. Laktoz etkense diye onu da denedim ama laktozlu gıda tüketmediğim gün de kabardım. Her şey böyle gidince sinirim bozuldu, diyete de devam edemedim. Tam psikolojik harp anlayacağınız. En zoru bu zamanda "paketli gıda" olayı ile dışarıda yemek yemek. Çoğu şey bir şekilde yasak olan bir şey içeriyor. Oyh...

Peki bu 6 ayda ilaç olarak neler kullandım? Önce Clebros ve Bilaxten ile başladı macera. Açılışta bir de Sinakort A vurundum. 2. haftada ataklar devam ediyor olunca bir Sinakort A daha vurundum ve akşam haplarına Deloday eklendi. Ataklar devam edince Crebros yerine 10 mg'lık Zespira geldi hayatıma. Bu süreçte psikiyatriye de başladım, Selectra ile sakinledim, Imovane ile uyudum. Hâlâ devam ediyor olunca Fexofen ile Kestine'ye geçtik. Sonuç olarak da sevgili doktorum dedi ki "Hadi sen bir üniversite hastanesine git, Xolair vurunman lazım."

Bir üniversite hastanesine gittim. Doktorum, ilk doktorumun yapabileceği her şeyi yaptığını ve doğru zamanda yönlendirdiğini söyledi. Bunu daha evvel bu süreçten geçmiş birine de demişti doktorum yine aynı doktor için :) (DM'den yazarsanız doktorların ismini paylaşırım.) IgE ve tiroid değerleri baktı. Sonuçlar çıktı. Alerjik bir ürtiker olmadığını, tiroit (tiroid peroksidaz antikorları ile anti tiroglobulin antikor) ve IgE değerleri yüksek olduğundan da Xolair'e cevap verebileceğini söyledi. Şimdi rapor işlemleri yürütülüyor. Çarşamba günü de bu muhteşem soğuk zincir aşısı Xolair'i vurunacağım. İlk doz özellikle riskli olduğundan bir saat hastanede bekleyeceğim. Antihistamikleri kademeli olarak bırakacakmışım. Onu da planlayacakmışız. 

Çarşamba iğneden sonra anafilaksi geçirmezsem yazar, sizlerle bu maceramı da paylaşırım. Kafamı yerine geri oturtursam diyet+spor modumu da açacağım. Ancak vücut sıcağı sevmiyor. İnşallah Xolair ile unuturum sıcak sevmemeyi.

15 Nisan 2025 Salı

38 Yaş Yazısı

Bugün itibarıyla geldik 38 yaşa. Bu yaşa geldik ama elle tutulur ne bir başarı var ne de para. Anca doktorayı bitirdim, sonucunda bir halt olmadı. Gerçi olmayacağını da biliyordum, kadro bulma hayali ile okumadım doktorayı. Kendimi tatmin içindi. Birkaç günlük tatmin sonrası geri çöküş geldi. Kendine güvensizlik kapıdan el salladı.

Selectra etkili yüksek enerjim bugün üstümde değil. Neden böyle bilmiyorum da. İçimden hiçbir s*kim yapmak gelmiyor. İş yeri bok, ev bok, sağlık bok, hayat bok... 

Lisedeyken hayalim vardı, bekâr evi kuracaktım kendime. Neler alacağımın listesini yapmıştım. O kadar emindim ki işim gücüm olduğunda istediğim gibi alışveriş yapabileceğimden... Öyle lüks şeyler peşinde de değildim. Basit şeylerdi hep. Şimdi basit şeyleri alırken düşünüyorum. Tek başıma evin masrafı karşılayamadığımdan abimle yaşıyorum. 38 yaşına geldim, evim yok. Arabamı babam aldı. Kendi paramla anca derin dondurucu, halı falan aldım ben şu hayatta. Şimdi bilgisayarım bozulsa annemlerden destek almadan değiştiremiyorum. 13 yıldır iş hayatındayım ben. 

Ürtikerim geçmediği için Xolair vurunmam gerekiyor. Dün doktor işlerinden sonra annemle ilaçlarımızı almaya gittik eczaneye. Annem "Ben ödeyeyim seninkini de." dedi. Dedim "Sen Xolair'i ısmarla, bunu ben öderim.". 6 ay, ayda 1 kere vurunacağım. Nasıl karşılayacağım? 38 yaşındayım, alacağım, almak zorunda olduğum ilacın parasını hesaplıyorum. 

Yıllarca çalıştım. İş yerlerinde eşekten öte çalıştım. Elle tutulur bir bok yok, kıymet bilen yok. Nerede şerefsiz var, kapmış bir köşe başını, geçirmiyor bizleri. Bir yandan ezip bir yandan yüceltip psikolojiyi s*kip atıyorlar anca. Gitmeye kalkınca da "Ama neden?" diyorlar. Çünkü dalyaraktan daha dalyaraklar.

Akademik başarını hor görüyorlar mesela. "Ne oldu şimdi?", "Ben de yapsam mı dedim ama çok gereksiz buldum." vb. saçma salak laflar. "Sana mı sorduk yarraaaaam!" dememek için hafifçe gülüp ortamdan uzaklaşıyorum.

İçimdeki öfke çok yüksek, benim için çok fazla. Hayatımın yıllarını çalanlara öfkem dinmeyecek gibi. Sevdiğim bir duygu değil bu. Oyunu da kuralına göre oynayamadım, beceremedim. Elimde maddi de manevi de bir bok yok. 

Ancak iyi ki Zeyna ve Gabriel var. Şu hayatta bir anneciğimi mutlu ettim, bir anneannemi bir de canımın içi kedilerimi. Başka da bir boka yaramadığım inancını en azından bugün için sonuna kadar taşıyorum. O kadar taşıyorum ki ağladım ağlayacağım ve Selectra'ya başladığımdan beri bu bir ilk. Yarın farklı hissedebilirim ya da bu kadar şiddetli olmayabilir. Bilmiyorum. Herkese iyi günler dilerim.

29 Mart 2025 Cumartesi

30-Day Song Challenge

Oldukça uzun bir yazı başlıyor...

 


Challenge'ın görseli ile açmak gerek. Twitter'da (İnatla "x" demiyorum.) her güne bir şey paylaşıyorum sonuçta ve her birinin bir sebebi var. Kullanıcı adım tabii ki "teorx". Başka bir şey düşünülemezdi. Bir nevi günlük niyetine kullanıyorum Twitter'ı.

Eski hesabımda yapmıştım bu challenge'ı. Üzerine pek düşünmeden yaptığım bir flood olmuştu. Bu sefer baya baya düşündüm şarkılar üzerinde. Nevermore hariç paylaştığım hiçbir şarkıcıyı/grubu tekrar etmedim (Nevermore'a daim kıyak bu profaylda!). Her bir şarkının anlamı üzerine de düşündüm. Böyle yapınca hem daha eğlenceli hem de daha zor oluyormuş. Hatta baya zor oluyormuş. Birçok günde birden fazla şarkıdan hangisini seçeceğimi uzun uzun düşündüm. Bu durum, daha sonra tekrar bunu yapabileceğimi gösterdi bana. Sık yaparsam zaten az olan takipçi sayımın 0'a düşeceğinden emin olduğum için duruyorum.

O zaman başlayalım hangi gün, hangi şarkıyı neden seçtim anlatmaya...


#Day1 - A song you like with a color in the title (Başlığında bir renk olan sevdiğin bir şarkı)

APerfect Circle - Blue

Yıl 2005. Üniversiteyi kazanmış, Ankara'ya gelmişim. Annemler de taşınmış Ankara'ya, abimler de zaten Ankara'da okuyor olduklarından yıllardan sonra evde. Hep beraberiz. A Perfect Circle (Bundan sonra metinde APC diye geçecektir.) DVD'si var evde. Abimler almış. Ben henüz yeni tanışıyorum APC ile. Maynard James Keenan abinin zaten adını bile bilmiyorum. Thirteenth Step albümü. Açıyorum DVD'yi. Çeşit çeşit şarkı, çeşit çeşit klip. 3 ayrı klibi olan Blue'nun şimdi de Youtube'da bulunan klibi inanılmaz etkiliyor o yaşta beni (Diğerleri neden bilmiyorum, yok.). Tam da Körfez Savaşı sonrası klip. Nedense klipteki ölünün asker olduğunu düşünmüşümdür hep. Maynard beyabi de West Point mezunu olduğundan öyle bir his mi verdirdi bilmiyorum.

"I didn't want to know/I just didn't want to know" diyerek başlıyor ya şarkı, ölümü kabullenmemenin, yasın çok üst noktasını görüyoruz klipte. Aslında esas olan bu, sapıklık değil. Sadece "sapıklık" olan bir şeyle bu durumun en üst seviyesi yansıtılmış, o kadar.

"Call an optimist, she's turning blue
Such a lovely color for you
Call an optimist, she's turning blue
While I just sit and stare at you"

Zaten klipte de mavi ışık tonu kullanılarak bu yansıtılıyor. Adamı mezardan çıkarıp eve getirdikten sonra mavi ışık hep. Ölünün rengi mavi/mor. Belki buradan da hareket edebiliriz. "She's" dediğinden de hareketle yaşarken ölen kadını da işaret etmiş olabilir. Bak, şimdi düşünüyorum tüm bunları. Karşıda gözleri kapalı ölü adam, kadına dönük sonuçta. "Stare" de kadına yani. Ay, ben neden inceliyorum ki şimdi? Neyse.

Bu şarkı hep üniversitenin ilk yılı benim için. Bir yerde de bahsettiğim klibiyle büyük şok.


#Day2 - A song you like with a number in the title (Başlığında bir sayı olan sevdiğin bir şarkı)

Nevermore - Sentient 6

Nevermore'la 2003'te çıkan Enemies of Reality albümü ile  tanıştım. Kötü ses kaydı, doğru bilgi edindiysem, yapımcının bok yemesi. Daha 17 yaşındayken tanışmış olmama rağmen bir geç kalmışlık hissi var Nevermore'a karşı. Bu durumun belki de temel sebebi cennetmekân Warrel Dane Efendi'nin 2017'deki vefatı (Anlamzsızca overdose'dan öleceğini düşünürdüm hep ancak sebep kalp krizi oldu.). Yaşasaydı belki bir konserine gidebilirdim. Olmadı tabii. Neyse.

Overdose romantik bir şarkı hissi veren her şarkı aşk şarkısı olmaya mecbur değil. Bu durumun belki de en iyi örneği Sentient 6. Bir robotu dinliyoruz şarkıda, diğer robotların insanlardan nefret ettiği bir dünyada insanları anlamaya çalışan. Hayal etmeyi öğrenmek ister bu robot, aslında merak ettiği de bu his. Anlama çabası da hüzün verdiği için belki de şarkının böyle hüzünlü tonda olması çok hoş olmuş. Warrel Dane abinin deha olduğuna inanan biri olarak (Bu bilginin aslında bu metne hiçbir katkısı yok.) bu şarkıya da bayılıyorum.


#Day3 - A song that reminds you of summertime (Sana yazı anımsatan bir şarkı)

Mavisakal - Ne Kadar

Yıl 1998 zannederim. Henüz 6. sınıfım. Kargo'nun Yalnızlık Mevsimi albümü çıkmış. Biz de (3 kardeşten bahsediyorum.) bu vesile ile rock müzikle tanışıp mevzuya giriş yapmışız. Abimin bir ergenlik aşkı var, ilk aşkı. Şimdi düşününce kızın ne kadar mal olduğunu daha iyi idrak ediyorum. Gerçi dur ya hakkını yemeyelim, o yaşta hepimiz biraz malız. Neyse. Bu bacı bize Mavi Sakal demiş. İki Yol'un klibi nadiren de olsa TV'de çıkıyor. Tabii ki abimler gitti ve Mavi Sakal'ın Kan Kokusu albümünü aldı. Bizim ateri hâlâ sağlam. Yazları abimlerin odada 37 ekran minnak bir TV var (Plazma, LED falan daha hak getire, her TV tüplü.), ona takmış oynuyoruz. Arada bir bozulmuş, içini açıp saçma sapan sağı solu ile oynamışız aterinin. Anlamsızca çalışmaya tekrar başlamış ancak siyah beyaz olmuş. Siyah beyaz hâli ile o kadar çok oynamışım ki zihnimde tüm oyunlar siyah beyaz. Neyse. Bir oyun var bu ateride, bir Eskimo'yı buzlardan atlatıyoruz, balık tutturuyoruz, atladıkça iglosu tamamlanıyor. Bir ayı var, ondan kaçarak igloya girmeye çalışıyoruz falan. Elimde joystick. Yatılı okuyan abimler eve gelmiş, onlar da odada. Erken ergenin yaz keyfi. Öğleden sonra hazırlanıp denize gideceğiz. Abimler arkamda giyinirken onlara dönmeden oyunu oynamaya devam ediyorum. Genç Osman Yavaş'ın sesi geriden geliyor, "Ne kadar yoruldum, ne kadar / Bizim için hiç olanlar sizin için ideal / Sen uzaklarda üstlerde ben kendi kendime..." 


#Day 4 - A song that reminds you of someone you'd rather forget (Unutmayı tercih edeceğin birini anımsatan şarkı)

Opeth - Harvest

Ergenlik, lise 2. İlk aşk. Uzunca anlatmıyorum bunu, saçma sapan bir eleman. Nereden sevgili oldum, mal mıydım diyeceğim ama demek ki malmışım (Belki hâlâ malımdır.). Bol bol bu şarkıyı dinlerdik. Lise 3'ün başlarında öğrendim ki beni o dönemdeki kankamla aldatmış. Kimseye bir şey demedim. Ona da kankama da. Önce onla ilişkimi bitirdim, sonra lise bittiği gibi kankamla. Bir daha aramadım, sormadım ve sessizce gittim. En sevdiğim iş sessizce gitmek. Anlatınca anlamayacaklarsa neden anlatayım? Bu sözü şiar edinmiş olsam da bazen aptal gibi anlatmaya çalıştığım da oluyor. Bu huyumu tamamen sileceğim ama.


#Day5 - A song that needs to be played loud (Yüksek sesle çalınması gereken bir şarkı)

Moonspell - Everything Invaded

Üniversiteye hazırlanırken Sin/Pecado albümü ile tanıdığım Moonspell'in 2003 tarihli Antidote albümünün enfes şarkısı... Gerek Fernando Ribeiro'nun vokali, gerekse solo insanı mutlu eder. Çok bir anı yok bu şarkı için. Düz, dümdüz çok seviyorum. Anlamına zaten translate ile baksın İngilizce bilmeyenler. Ancak pişman olmazsınız dinlediğinize. Gerçekten sesi açın ve mümkünse kaliteli bir kulaklık ile bangır bangır dinleyin.


#Day6 - A song that makes you want to dance (Dans etmek istemeni sağlayan bir şarkı)

Pati Yang - Switch Of The Sun

Polonyalı, konservatuvar okumak için evden kaçıp Londra'ya giden Pati Yang bacımızın eğlenceli, tatlış şarkısı. Üniversite son sınıfta iken tanıştım Pati Yang ile de. Erhan abim sağ olsun. Son albümünün 2011 tarihli olması hâlâ içimi acıtır. Çok pop dinlemeyen ben, bu ablamızı büyük bir mutlulukla dinlerim. Böyle depresif, "ay histerikçe ağlıyorum" denilen bir şarkıda insan dans etmek ister mi? İster. Tam o depresiflikle bir süt içip uyuma isteği... Ancak bunu yaptıktan bir süre sonra ayılacaksın, tekrar kendine geleceksin. Bu şarkının dans hâli belki de bunu işaret ediyordur?


#Day7 - A song to drive to (Sürüş için bir şarkı)

The Mars Volta - Aegis

Yine Erhan abimden öğrendiğim güzelim prograsif rock grubu The Mars Volta. Ne zaman Nevşehir'e yola çıksak abim The Mars Volta açmıştır. Yolculuklarımızda Tuz Gölü'nün yanından geçerken hep bu şarkı denk gelir. Nasıl denk gelir bilmem. Ama hiç unutmadığım saçmasapan bir anı var bununla ilgili. İlk akıllı telefonum ile mosmor görünen Tuz Gölü'nü videoya çekiyorum. İnstaya atmaya niyetliyim. Henüz hikâye özelliği bile gelmemiş. Tabii yine bu şarkı çalıyor (Bu arada biz hız denemeleri yaparken çevreyolundan Konya yoluna inişi kaçırıp teee Mamak tarafından geri dönüp Konya yoluna öyle inmişiz. Öyle bir denk geliş yine.). Arkadan biri sıkıştırıyor falan ve abim kızıyor, "Yok öyle sağlamak, sikerler." diyor. Videoyu sesli olarak instaya da yükleyemedim, kimseye de gönderemedim bu nedenle :) Ama nadiren küfreden abimin bu kadar içten bir şekilde "sikerler" demesi hâlâ kulaklarımda. Muazzam bir vurgu, muazzam bir an. Neyse. Abimin bol bol bu şarkıyı açması ve bu anı yol/yolculuk denince hep bu şarkıyı aklıma getirir. Kendim araba kullanırken de ilk uzun yolcuğumda bu şarkıyı açmış, mutlu olmuştum.

Diğer yandan bu şarkıda bir "uzun ince bir yoldayım" vibe'ı var. "The days are catching up to me / My unconscious fear unbound / Is it time to tailor fit the notion / That come Sunday I'm in the ground? / The obelisk fumes have occupied / Emphatically austere / A smelter pile made by the debt collector / Where the children should be seen, not heard / Even if there is no way back home / I'm not running away"

Aegis, Athena'nın göğsüne takılı yılan ve gorgonlarla bezeli bir zırh. Bu bakımdan zaten pazar günü gömülmeyi bekleyen biri için zırh ne kadar koruma sağlayabilir? Kaçmadığını da belirtiyor. Şarkının ilerleyen kısımlarında "I am dead, I will escape" derken en sonda "Am I dead, will I escape? / I'm not running away" diyerek de sonlandırıyor. Öldüysek kaçıyoruz ama ölmediysek?


#Day8 - A song about drugs or alcohol (Uyuşturucu ya da alkol hakkında bir şarkı)

The Avalanches - Frankie Sinatra

İnsan kullansın, kullanmasın bir önemi yok, kafası biraz kırıksa uyuşturucu ya da alkol hakkında çok sayıda şarkı biliyordur. Ha deyince gelmez aklına ama nerede öyle şarkı varsa bulur. Bkz. bendeniz. The Avalanches'ı iki yıl kadar evvel Frontier Psychiatrist ile tanıdım. Çeşitli film ve TV programı repliklerinden kesilerek oluşturulmuş bu şarkı gerçekten çok iyiydi. Frankie Sinatra'da da Wilmouth Houdini'nin 1947 yılında çıkan Bobby Sox Idol şarkısından alınmış nakarat. Genç kızların aktör-erkek şarkıcı sevdasının ele alındığı bu şarkının yerleştirildiği şarkıda rap kısımlarda uyuşturucu kullanımı, halüsinasyonlar ve zihinsel karmaşa ele alınıyor. Tüketim kültürü eleştirisine de tabii ki yer veriliyor. Oldukça eğlenceli. Klibi çok güzel ve zevkli idi ancak Youtube'dan kaldırılmış maalesef. Bu şarkı da bana bir dans etme ve iki kadeh içme isteği veriyor.


#Day9 - A song that makes you happy (Seni mutlu eden bir şarkı)

Coldplay - Don't Panic

Geldik "we live in beautiful world" demeye. Üniversite 3'teyim. Yine saçma sapan insanların nazını çekiyorum. Bok var çünkü, hep naz çekiyorum ben. Arkadaşlarımla son raddeye gelmeden çat diye ilişkimi kesmeyi başaramadığımdan naz çekmekten bir hâl oluyorum (Artık kesiyorum.). İçim dışıma çıkmış artık. Baya üstüme geliyorlar sağ olsunlar. Şu hayattaki en büyük şansım genel olarak yakın arkadaşlarımın birbirini sevmemesidir. E, insan yoruluyor hâliyle. Aynı dönem yine bir arkadaş ağlıyor Allah ağlıyor diğer arkadaşlarımdan. Ben zaten bunalmışım, her çarşamba 9 saat dersim olmasına rağmen kantinde tek derse girmeden batak atıyorum (4.00 ortalama yaptım o dönem.). Üstüne kalp kapakçığı (aort ve mitral) yetmezliğim olduğu çıkmış ortaya. E, eninde sonunda gitmeyecek miyiz bu dünyadan? "All of us done for". Telaşlandığıma ettiğime değiyor mu? Hayır. Tadına bak, zaten öleceğiz. Temel olarak bu mantığa geçerken Don't Panic dinleyip durdum. İçime bir ferahlık bir mutluluk verdi. O günden beri de verir.


#Day10 - A song that makes you sad (Seni üzen bir şarkı)

Peyk - Köleler ve Kilitler

İnsanın gözünü dolduran, ağlatan bir şarkı. Öyle şarkı dinlerken ağlayan bir insan değilim ancak bu şarkıda ağlarım. İnsan kaçakçılarının üstlerine kilitleri vurup gemide terk ettikleri mültecilerin ölümünün anlatıldığı bu şarkı yaşanmış bir olayı anlatıyor. Anlatacak gücüm bile yok şarkıyı. Öyle bir üzüntü... "İnsanın insana ettiğine bak..."


#Day11 - A song you never get tired of (Dinlemekten asla sıkılmadığın bir şarkı)

Tool - Sober

Anlatılmaz, yaşanır diyor ve gidiyorum.


#Day12 - A song from your preteen years (Teenage olmadan evvelki yıllarından bir şarkı)

Özlem Tekin - Bahar

Yine bebelik, yine rock ile yeni tanışma yılları. TV'de sevgili cinayeti işlenen ve ölünün ormanda saklandığı bir klip. Vahşet seviyoruz tabii o yıllarda. Böyle çiçek böcek bir insan olmamışız. O kadar çok dinledim ki bu şarkıyı ve bulunduğu albümü. Kaseti bozdum diye anımsıyorum. Doğru mudur hatırladığım, bilmem. 


#Day13 - A song you like from the 70s (70'lerden sevdiğin bir şarkı)

King Crimson - One More Red Nightmare

King Crimson zaten bir efsane. İlginçtir, Türkiye'de bu grubu bilen çok insanla karşılaşmadım. Ben de last fm'de tanıştığım Duru isminde bir adamdan öğrenmiştim bu grubu. (Bence uçak korkusundan öte) Kontrol kaybının ele alındığı bu şarkıda vokal, kaotik gitar riffleri ve agresif zil vuruşları beni benden alıyor. İngilizcem bu şarkının alt anlamlarını çıkarmaya yetmiyor. 


#Day14 - A song you'd love to be played at your wedding (Düğününde çalmasını isteyeceğin bir şarkı)

Fatih Erdemci - Ben Ölmeden Önce

Erhan abimin favorilerindendi. Yine onun başının altından çıkma. 9'da 9 CD'sini ben bulmayı başarmıştım ama hem de Akçay'da sahilde yeni açılmış bir dükkânda. 

Başından bir evlilik geçmiş biri olarak hayatımı evlenmeden önce/sonra diye ayırıyorum. Çok uygun olduğumuzu, çok benzediğimizi düşündüğüm biriyle evlendim. Boşandıktan sonra anladım ki benzemiyoruz. Evlilik içinde bile idrak edemedim. Arkadaşlarımdan uzaklaştığım, zevklerimden ödün verdiğim, ben olmaktan çıktığım bu evlilik aslında benim için ölümmüş. Oldukça enerjik ve hareketli biri olan ben, evlendikten sonra inanılmaz enerjisi düşük birine dönüştüm. Tabii bundaki tek etken evlilik değil, muhtemelen iş yerindeki psikopatik narsist olan yöneticimin de katkısı büyük. İkisinin aynı döneme denk gelmesi zannımca beni iyice yiyip bitirdi. Boşandıktan bir süre sonra da enerjim tekrar yerine geldi. Artık çoğu işe yetişebiliyorum. Doktoramı bile tamamladım. Boşanmasaydım tamamlayamazdım. Bu nedenle evlilik benim ve muhtemelen eski eşim için ölüm gibi bir şeydi ama kimse ölmedi. 


#Day15 - A song you like that's a cover by another artist (Başka bir şarkıcı/grup tarafından coverlanmış sevdiğin bir şarkı)

Blind Guardian - Mr. Sandman

Angtoria - Confide In Me

Cicili bicili müziği olan Mr. Sandman'in Blind Guardian yorumu gittikçe hızı ve sertliği artan bir yapıda. Bu hâli gerçekten çok hoşuma gidiyor. Mr. Sandman şirin mi şirin bir cin değil çünkü. Bizi uyutuyor, çapaklarımız olsun diye yüzümüze kum serpiyor ama hayallerimizden ve enerjimizden besleniyor. Diğer yandan ben flörtleşmeyi seven biriyim. Uzun süredir de böyle biri yok, muhtemelen kolay kolay da olmayacak. Mr. Sandman'den istenen hoşlaşılan kişinin rüyaya girmesini sağlaması vs benim de flörtleşme sevgime tekabül edebilir çünkü neden etmesin? Tabii anca rüyalarda alsdkalşsd neyse.

Kylie Minogue'un Confide In Me şarkısını zaten severim. "Bana güven" denilen birine güvenilmeyeceğini de zannederim hepimiz biliriz. Kliple birleştirince de manipülasyonun dibi diyorum. Angtoria da tek albümlük bir grup olarak (Ben öyle biliyorum.) güzel şekilde coverlamış. Piyano ve yaylılarla gizemli bir giriş yapmış ve sonra elektrolar ve bateri ile sertleşmiş. Bu da manipülasyon hissini bence başarılı şekilde veriyor. Sarah Jezebel Deva ablanın sesini zaten severim. Böylece beni biraz kararsızlığa sürüklemişse de aslında kolaya kaçarak iki şarkı paylaştım.


#Day16 - A song that's a classic favorite (Klasiklerden favori bir şarkın)

The Doors - Riders On The Storm

Gerçek bir klasik geliyor. The Doors fanı değilim. Çok fazla şarkılarını da bilmem açıkçası. Ancak fırtınada yolculuk gerçekten güzel bir imge. Diyeceğim odur ki yine uzun ince bir yoldayız. Bu imgenin çok fazla kültürde kullanılması aşırı hoşuma gidiyor. Yolda bir katilin olması da hayat boyu tehlikelere işaret edebileceği gibi eninde sonunda öleceğimizi de gösteriyor olabilir. Belki de ikisidir? Bilemedim. 

Nevermore hariç kıyak geçecek olsam burada da King Crimson der,  21st Century Schizoid Man derdim ama geçmedim kıyağı. Demeden edemedim.


#Day17 - A song you'd sing a duet with someone on karaoke (Biriyle karaokede düet yapmak isteyeceğin şarkı)

The Tea Party - Underground

Üniversite sınavına hazırlanırken Triptych albümüyle belkide en çok dinlediğim gruplardandı The Tea Party. Türkiyesever grup elemanları o küçük yaştaki beni ve 90'ların getirdiği siyasi ortamın etkisiyle milliyetçi damarlarımı okşamadı değil. O günlerimden utandığım da doğrudur. Neyse. Jeff Martin abimiz bu şarkıyı biriyle söylese çok da güzel giderdi. Söylememiş. Ben söylesem ne olur, hı? Ne olur? Jeff Martin'le karşılaşma ihtimali için hep Olimpos'ta tatil yapmak istemişimdir ama nerede bende o şans da Jeff Martin'le tanışayım?


#Day18 - A song from the year you were born (Doğduğun yıldan bir şarkı)

Michael Jackson - Smooth Criminal

Bu şarkı tam da benim doğduğum yıl çıkmış olsa da etkisini çok uzun yıllar yitirmedi. Klibini çocukluğumdan hatırlıyorum. Şarkı hem dansı hem klibi ile tabii ki efsane. Benim de en sevdiğim Michael Jackson şarkısı. Biz bunlarla büyüdük mirim!


#Day19 - A song that makes you think about life (Seni hayat hakkında düşündüren bir şarkı)

Pink Floyd - Time

Çalan saat sesleri... Elimizde olmadan akıp giden zaman, boşa geçen dakikalar.. Gençliğin verdiği saçmalama hâli ile zamanın bitmeyeceğini sanmak en büyük cehaletimiz belki. Sevdiğimiz şeyleri yapmaya zaman bulmak isterken bulamamak... Birinin bize bir yol göstereceğini zannederken aslında öyle birinin hiç olmaması... Ölümsüzlük için çabalasak da buna ulaşacağımızı sansak da bir gün öleceğiz. Şarkının tek olayı bu ve ben hiçbir şeye yetişemiyormuşum gibi hissediyorum. Daha dinlenecek çok müzik, okunacak çok kitap var. Keşke ömür bunların hepsini dinlemeye ve okumaya yetse ancak o zaman ölümsüz olurduk işte. 

Bundan iki yıl öncesine kadar ölmek benim için korkutucu bir şeydi. Şimdi hissizim. Ölüm korkum geçti (Böyle diyorum ama ağır bir hastalığım olsa ne olurdu bilemem.). Vakti gelince hepimiz gideceğiz. Akıl ve beden sağlığım yerindeyken, kimseye yük olmadan, yük olmanın acısını çekmeden vakitlice gitmek en güzeli.


#Day20 - A song that has many meanings to you (Senin için birçok anlamı olan bir şarkı)

Buck Tick - Mienai Mono wo Miyou to Suru Gokai Subete Gokai

2010 yılında lastfm sayesinde Kagerou ile keşfettiğim bu harika J-rock grubunun ahanda bu şarkısı benim için apayrı. 6/9 adlı muhteşem albümün muhteşem şarkılarından biri olan Mienai Mono wo Miyou to Suru Gokai Subete Gokai'yi Atsushiciğim canım benim, çok güzel de söyler tüm karizmasıyla. İç çatışmanın insanı ne hâle getirdiğini çok güzel anlatır, zıtlıklar bir arada. Zıtlıkların bir arada olması iyi gelse de tabii ki ruhu bunaltır, insan ne yapacağını bilemez hâle gelir. Bir sanrı hâli işleri daha da karmaşıklaştırır... Ben hiç aşk şarkısı gibi düşünmedim bu şarkıyı. Dilerseniz sizler aşk şarkısı olarak alırsınız.

Diğer yandan bu şarkıda saçma sapan bir şekilde ağlardım. Şimdi öyle bir etkisi yok üstümde. Zannederim alıştım.

Şarkının Türkçesini şöyle vereyim:


Dünyanın nesi var?
İnsanlığın nesi var?
Neyim var benim?
Tanrı ve şeytan şarkı söyleyip dans ediyor
Uzaya çıkalım, el ele
Puslu sabah ışığında, birlikte uçacağız
Kuşlar ötüyor, sana doğru yürümeye başlıyorum
Bir sepetin içindeyim, iyi şarkı söyleyebilir miyim?
Ne kadar çabalarsam çabalayayım, sadece bu dünya
Bu gece seni göreceğime söz vermiştim.
Gerçeği bilmek istiyorum.
Çıldırmaya başlıyorum.
Gerçeği bilmek istiyorum.
Aklını kaybetmeye başlayacaksın
Gerçekler
Hayallerimi sat, şarkı söyleyip dans edeyim
Beni dans ettiriyorlar, böylece yaşayabiliyorum
Kuşlar şarkı söylüyor ve ben sana doğru yürümeye başlıyorum.
Bu gece seni göreceğime söz verdim.
Gerçeği bilmek istiyorum.
Aklımı kaybetmeye başlıyorum.
Gerçeği bilmek istiyorum.
Aklını kaybetmeye başlıyorsun.
Gerçeği bilmem gerek.
Buradan göremiyorum.
Eğer gerçeği bilmek istiyorsan
Burada olamazsın.
Gerçek. (Gerçek)
Seninle (Seninle)
Bana (bana)
Çıldırdım.


#Day21 - A song you like with a person's name in the title (İçinde birinin adı geçen sevdiğin bir şarkı)

James Brown - Who's Afraid Of Virginia Woolf?

Amerikan postmodern tiyatrosunun muhteşem yazarı Edward Albee'nin dört kişilik harika oyunu Who's Afraid Of Virginia Woolf'un filminin soundtrackinden. Yine bence muhteşem. Peki oyun nasıl bir şey? Öncelikle belirtmek gerekir ki oyunun adı aslında "Who's Afraid Of Big Bad Woolf" (Kim Korkar Hain Kurttan?) olacaktır. Ancak Warner Bros'tan bu ismin kullanımı için izin alınamaz. Hâl böyleyken oyunun adı bununla değiştirilir. Çok katmanlı bu oyunu detaylı şekilde anlatmaya kalksam da eksik kalır. Eğlence ve Oyunlar, Walpurgisnacht (on yıllık cadılar toplantısı) ve Cin Çıkarma adlı perdelerden oluşan oyunda olay ise özetle şudur: Orta yaşlı bir çift olan dekanın kızı Martha ve Prof. George fakülte eğlencesinden sonra evlerinde üniversiteye hoca olarak yeni gelmiş taze evli bir çifti ağırlar. Ancak bu misafirlik herkesin gizlerinin döküldüğü, sanrıların ortaya çıktığı, toplum beklentilerinin insanları sürüklediği ruh hâlinin yansıdığı bir hâl alır. 

George ve Martha misafirleri Nick ve Honey üzerinden bir oyun oynarlar. George ve Martha'nın birbirlerini tahrik ederek ettiği kavga herkesin dâhil olduğu bir oyuna dönüşür. George misafirler gelmeden evvel "çocuk"la ilgili uyarıda bulunsa da oyun bu "çocuk" etrafında döner. Oyundaki birçok unsur aslında bir sanrıdır. "Big bad woolf" da bu sanrılardır aslında. Yani sanrılardan kim korkar? Oyun boyu da gerçeklik ile sanrılar birbirine geçer.

Edward Albee ile 2010'da mesleki İngilizce dersinde tanıştım. Blogda da hakkında yazdığım The Zoo Story oyunu hayatımın oyunu olabilir. Sonra Albee sevdam beni çeşit çeşit yerlere götürdü. Bu oyun da içimde bir yerlerde büyüdü, büyüdü. Filminin orjinal DVD'sini bile aldım ki kolay kolay DVD almam. Film, Elizabeth Taylor'a bir kez daha hayran olmamı sağladı. 

Müzikten öte oyun üzerinde durdum, biliyorum. Ancak bazen şarkılar/müzikler bir anlatının içindedir. Onunla bütünleşik hâle geldiği için kötü bile olsa muhteşem, harikulade olsa da rezalet gelebilir insana.


#Day22 - A song that moves you forward (Seni ileri taşıyan bir şarkı)

Massive Attack - Hymn Of The Big Wheel

Tabii moves you forward derken artık hangi anlamda alırsak... Ben ilerlememi sağlayan olarak ele almayı tercih ettim. 

1991 tarihli Hymn Of The Big Wheel, tam devam etme, ilerleme arzusu uyandıran bir şarkı. Döngüsellik üzerine kurulduğundan hareketle döngü de bir ilerleme getirmez mi diye düşünüyorum. Döngü yerinde saymak değildir zira. 


#Day23 - A song you think everybody should listen to (Herkesin dinlemesi gerektiğini düşündüğün bir şarkı)

Headspace - The Science Within Us

"İçimizdeki bilimi fark etmediniz mi?" 

Progressive metalin nadide bir eseri olan 13 dakika 14 saniyelik bu şarkı (klip 6.42) temel olarak 3 bölümden oluşuyor. Orta karar başlıyor, yumuşuyor ve sertleşiyor. Birbirinden farklı şarkılarda kullanılabilecekken tek şarkıda birleşiyor tüm kısımlar. Bütün yumuşamalar, sertleşmeler şahsen çok hoşuma gidiyor. Damian Wilson'ın anlamsızca hem sert hem yumuşak müziğe yakışan sesi zaten mutluluk verici. İç bunalması, kişilik bulma çabası, bilimde kendini bulma, öğrenerek gelişme, bilimin evrenselliği... Birçok insana gereksiz gelecek bu şarkı bana çok iyi geliyor ve mutlaka dinlenmesi gereken farklı bir yapı arz ediyor.


#Day24 - A song by a band you wish were still together (Hâlâ bir arada olmasını istediğin bir gruptan bir şarkı)

Nevermore - The River Dragon Has Come

"Today the warning came in the flood / Architect and fools never cared for poor men's blood." diye başlar bu muhteşem şarkı. Warrel Dane abimiz, 1975'te Çin'de baraj çökmesi sonucu yaşanan sel felaketinden bahseder burada. Sonuna kadar da haklıdır bu sözlerinde. Bazı yerlerde Japonya'daki bir selden bahsettiği söylense de "ejderha" temel olarak Çin için daha önemli bir simge. Bu nedenle bence de Çin daha mantıklı. Üstüne doğa olayı mı dersiniz bu sele, insanın bok yemesi mi bilemem, bunu da mitolojik bir kahraman (Edebiyatta karakter başka bir şey olduğu için kişi/şahıs/kahraman olarak bahsetmek esastır.) olarak sunuyor şarkıda. İnsan hayatına önem verilmemesi, geçmişten ders alınmaması, bizim Türkiye'de bol bol "doğa kendinden alınanı geri alır" sözünün farklı versiyonunu, doğa karşısındaki yetersizliğimizi ele alır. Belki şöyle de diyebiliriz: İnsanın kibri ve hatalardan ders almamaya sağlam bir eleştiridir. 

Cennetmekân Warrel Dane abimiz isyan ve umutsuzluk hissini de vokalinde muhteşem şekilde verir. Güçlü sesine değinmiyorum bile.

Her dinlediğimde bağıra bağıra eşlik etmek istediğim, arabada bir başımaysam bet sesimle bağıra bağıra eşlik ettiğim bir şarkı. Allah'ım ne olurdu şu şarkıyı hakkını vererek söyleyebilseydim?!


#Day25 - A song you like by an artist no longer living (Artık hayatta olmayan bir şarkıcıdan bir şarkı)

Ronnie James Dio - Don't Talk To Strangers

Bir diğer cennetmekân sanatçımız Dio'nun şarkısı masal hissi verir dinleyene. Yumuşak başlayıp sertleşir. Nedendir bilmem hep böyle aklıma LOTR'u getirir. Wanderer'dan bahsediyor gibi gelir. Belki de Aragorn'un Hobbitlerle buluşmasını anlatan kısımlarda bu şarkıyı dinliyor olduğumdan böyle. Malum, bazı şarkılar ile kitaplar zihnimde eşleşik. 

Dio'nun yumuşak sesi şarkıyı anlamasanızda başta bir güven hissi verirken sonra her şey alt üst olur. Bu da bir tehlike, bir uyarı hissi veriyor.

Blind Guardian da bu şarkının güzel bir coverını yapmıştır.


#Day26 - A song that makes you want to fall in love (Sende aşık olma isteği uyandıran bir şarkı)

Björk - Hyperballad

Björk, bu şarkısında dingin bir aşka değinir. İlişkide mesafenin güzelliği, kendi iç dinginliğini bulma, sorunları kendin çözüp tekrar bir araya gelmeyi anlatır. İlişkide mesafe olması iyidir, muhteşemdir. Daim göt göte sıkıntı. Herkes her şeyini de anlatmamalı. 38 yılın deneyimi budur. Keşke ben de anlatmamayı başarsam, kendi kendime çözdükten sonra gitsem. Belki bundan sonraki ilişkilerimde başarırım?


#Day27 - A song that breaks your heart (Kalbini kıran bir şarkı)

Shahram Nazeri - Sheyda Shodam

İranlı Shahram Nazeri'nin özellikle senfoni orkestrası ile söylediği versiyonu muhteşemdir. Mevlânâ'ya saygı eseridir. 

Şeyda olma hâli genel olarak ilahi aşkı anlatır. Bu nedenle tasavvufi bir yapısı olduğu söylenebilir. Ancak bunu bilmeden de sadece vokalle ciddi bir kalp kırıklığı hissi sarar insanın dört yanını. Vokaldeki inişler, çıkışlar... İsyan, mücadele, çöküş... Hepsi de bir kırıklığın parçası. Nazeri'nin 7.16'dan sonraki yükselişi (9.09'a kadar) apayrıdır. Sırf orayı başa alır alır dinlerim. Ya açıkçası ben içimi yok eden şeyleri pek anlatamıyorum. Psikoterapide yaşadığım en temel sıkıntı. Neyse.


#Day28 - A song by an artist whose voice you love (Sesini sevdiğin bir şarkıcıdan bir şarkı)

Mercedes Sosa - La maza

Mercedes Sosa, aklıma hep Selda Bağcan'ı getirir. Benzer görünürler gözüme ancak gerçekten benzer midirler bilemem. Ancak sesi muhteşemdir.

Olumsuzluk kipi ile kurulmuş bir şarkı bu resmen. Sanatın, düşüncelerin özünü kaybetmesi hâlinde ne işe yarayacaklarını soran harika şarkı. Sanat olmadan dünyanın anlamsız olduğunu söyler. Sanat aynı zamanda bir mücadele yoludur. 


#Day29 - A song you remember from your childhood (Çocukluğundan hatırladığın bir şarkı)

Moğollar - Issızlığın Ortasında

90'ların o karmaşık siyasi durumunun ortasında Sivas'ı, Madımak'ı öyle net hatırlıyorum ki... Madımak neydi, kim neden insanları ateşe vermişti, neler olmuştu, böyle bir şey nasıl gerçekleşebilirdi o yaşta tabii ki düşünemedim. Nevşehir'deki salonumuzda teletexli TV'mizde otelin yakılışını izlediğimi çok net hatırlıyorum. Sonrasında kaç kişi hayatını kaybetmiş diye abimler ara ara teletexten bakıyordu. Ya da bunu başka bir olayla karıştırarak böyle hatırlıyorum. Sonuçta altı yaşındaydım ve daha okumam yazmam yoktu.

O salyaları akarak insan canına kıyanların görüntülerinin arka planda hafifçe gösterildiği bir klibi vardı şarkının. İnsan çocukluktan itibaren bu şarkıyı bununla eşleştirir mi? 

Çocukluktan itibaren sevdim şarkıyı. Hâlâ çok seviyorum. Şarkı da klibi de Sivas'taki toplumsal faciayı tadında, göze sokmadan, sanat anlayışı içinde veriyor. İmge var. Madımak'ın yanma görüntüleri bağır çağır değil. Arkada silik ve kısa süreli. Günümüzde yapılsa büyük ihtimalle bağır çağır, tam para kazanma hırsıyla yapılırdı bu şarkı da klipte. Önemli olan anlaması gerekenin anlaması, fazlası değil.

Bunu da demeden geçmeyeyim. Bir de uçan beyaz kuş var. Çocukken her uçan beyaz kuşu güvercin zannederdim ve bunu tamamen Ecevit ile özdeşleştirmiştir. Bunlar hep evde devamlı siyasete maruz kalma. Sonuçta "Komünizm ne demek?" diye sorduğumda (9 yaş) elime Karacan ansiklopedisi verip "Al, oku, öğren." diyen bir baba ile büyüdüm.

#Day30 - A song that reminds you of yourself (Sana kendini hatırlatan bir şarkı)

Talk Talk - Life's What You Make It

Kısacık sözlere sahip Talk Talk şarkısı:

Baby, life's what you make it
Can't escape it
Baby, yesterday's favorite
Don't you hate it
Baby, life's what you make it
Don't back date it
Baby, don't try to shade it
Beauty is naked
Baby, life's what you make it
Celebrate it
Anticipate it
Yesterday's faded
Nothing can change it
Baby, life's what you make it

Gözünün nurunu yediğim cennetmekân Mark Hollis abimizin vokaliyle de güzelleşiyor. Talk Talk'un synth poptan pop/caz kıvamına döndüğü, müzikal bakımdan grup için bir geçiş niteliği taşıyan 1986 tarihli The Color of Spring albümünden. Şarkı daha çok new-wave/art rock. Şarkı, Mark Hollis ile Tim Friese Greene imzasını taşıyor. 

Hayat senin ne yaptığındır. Ne eksik ne fazla. Geçmişte takılmanın hiçbir anlamı yok, dün sevdiğini bugün sevmeyebilirsin çünkü neden olmasın? Elimizde tek hayat varken bunu neden kutlamayalım? Sık sık "Kader, kısmet, mukadderat. Alnımızda ne yazıyorsa o, ne eksik ne fazla." diyen bendeniz için tabii ki bana kendimi bu şarkı hatırlatabilirdi. Dünü değiştiremeyeceğimize göre önümüze bakıyor ve huzurlanmaya çalışıyoruz.

"Before you play two notes, learn how to play one note, y'know. And that, it's as simple as that really. And don't play one note unless you've got a reason to play it (İki nota çalmadan önce bir nota çalmayı öğrenin, bu kadar basit. Ve tek nota çalmak için bir nedeniniz yoksa onu da çalmayın.)"

Mark Hollis

23 Mart 2025 Pazar

Bir San Sebastian Hikâyesi

Beraber geçirdiğimiz son Kurban Bayramımızda dedem abime "Şu makineni çıkar da fotoğrafımızı çek beraber. Hatıra kalsın size." demişti. Fotoğrafları çektikten sonra abim makineden fotoğrafları gösterince hem hemen görebilmesine şaşırmıştı hem de diyeceğini demişti: "Benim bu dünyadan artık beklentim yok, gitmem lazım. Ama bakın anneannenizin hevesi çok dünyadan. O kalsın, ben gideyim." Bir ay sonra da vefat etti. 

Dedemin dediği gibiydi. Öğretmeni her öğrenciyi dövdüğü için okuldan kaçıp eve gelmiş, ona hiç kıyamayan babası "Sen de gitme o zaman kızım." demişti kendince kızının iyiliğini düşünerek. Bir aptal öğretmenin bok yemesi yüzünden okuma yazmayı öğrenememişti. Kocası gibi hep çalışmış olan anneannem dedemden farklı olarak çok insanla ilişki kurmadan, evde ve tarlada çalışmıştı. Hem ev ve tarlada olmak hem de okuma yazma bilmemek anneannemi tüm dünyaya kapamıştı. Eve getirileni yemiş, götürülürse görmüş, kayınlarının ve görümcelerinin anne ya da babası ölmüş/terk etmiş çocuklarını büyütmüştü. Kimse de büyüyünce "Emek verdin bize, Allah razı olsun." dememiş, "Şunu istediğimde yapmadındı." diye kızmıştı. Kendi çocuklarının oyuncakları, bisikletleri olmamıştı ama evdeki baktığı diğer çocukların her şeyi olmuştu üstelik; onlar yetimliklerini, öksüzlüklerini hissetmesin diye. Tüm hayatı birilerine bakmak, çalışmak. Hâl böyleyken hayattan beklentisi, istekleri vardı anneannemin. Dedemin vefatından sonra anneme yerleşti ve biz de bunları karşılamaya çalıştık.

Açılışı abim yaptı. Yedigöller'e götürdü anneannemi. Mutlu mutlu bakmış her yere. Yaşlı tabii, çok yürüyemiyor. Gerçi gençliğinde tarlaya hep yanında bir katırla yürüdüğünden yürümekten de nefret ediyor. Tüm yürüyüş haklarını muhtemelen o zaman doldurdu. Sonra ben başladım biraz biraz. Meyve canavarı olan anneannem avokadoyu çok merak ediyordu mesela. Aldığımı görünce hem çok utandı, "İstemem, siz yiyin." dedi hem de içi gitti. Merakla yedi ama onun için hayal kırıklığı. Hep tatlı beklemiş çünkü. Tatlı olmadığını söylesek de pek anlamamıştı. Sonradan alıştı, bazen alıyorum, kahvaltıda yiyor. Ejder meyvesi aldım bir gün, çok şaşırdı. Merakla yedi. Orta kararmış lezzeti. Mango, sevdi. Bir gün Aspava'ya gittik, kızartmaya yumuldu. Çünkü anneannem kızartmaya da bayılır ve annem nadiren kızartma yapar. Pek sevdi Aspava'yı da. Masaya devamlı bir şey konması hem şaşırttı onu hem mutlu etti. Dedem dışarıda yemek yemek için "Adam utanır." dediğinden dışarıda yemeye de alışık değil. Ancak hevesi varmış, gördük. Damağı da eridiği için yumuşak şeyler yiyor. Takma dişleri tam oturmuyor ağzına. Takma dişi kırılsa ne yapacağız bilmiyoruz da. Neyse. Hurmayı çok sever, biz pek sevmeyiz. Diş durumuna göre yumuşacık hurma aldık. Nasıl mutlu oldu...

Katarakt ameliyatı olması lazımdı, "Kaç yıl yaşayacağım belli değil. O para sizin olsun." deyip olmadı. "İlerler." dedim, inanmadı. Dört yıl sonra gözü iyice görmez olunca "Gülben demişti, haklıymış." dedi. Sonunda bu yıl ameliyatlarını oldu. Gözü görmeye başladı. Doktora götürüp getirdik, gözdeki başka bir sıkıntıdan dolayı da sık sık kontrolleri oldu. O da iyileşti. "O kadar yol getirip götürüyorsunuz." deyip durdu. Arada ağladı. Bence o ağlama "yük olma"nın verdiği hüzün değildi. Kendisine kıymet veriliyor olmasının mutluluğu idi. Yaşlanınca herkes biraz ilgi bekliyor.

Dündü, dedim "San Sebastian yapayım da anneme, anneanneme götüreyim. Hem yumuşak da rahat yer." Yaptım. Bir de limonlu kek. İlk denemem daha. Aldım, gittim anneme. Dedim anneanneme de "Bu komple peynirle yumurta ama tatlı." "Yok canım!" dedi. "Bak, dilimini şu kadara satıyorlar." dedim, "Amaaaaan!" dedi. Yemekten sonra servisleri yaptım. Merakla attı ağzına. O meraktan yüzünün değişimini bence herkes görmeliydi. Keşke videoya çekseydim diye düşündüm ama sadece zihnimde kalması da hoşuma gitti. "Sevdin mi?" diye sordum, utanarak gülen yüzüyle "Çook..." dedi. Kimseden bir şey isteyemez anneannem. Anca anneme "Çocuklara şunu yap." der. Kendine yok. Bir şeyi seviyorsam kendi yemeyip bana yedirmeye çalışır da ben pek müsaade etmem buna. Ancak dün "Bundan arada yapsana." dedi. "Sen iste!" dedim. Artık anneannemi eğlendirmek dışında bir görevim daha var, ona San Sebastian yapmak.

Bu da böyle bir hikâye olsun. Zihnimden silinecek olursa şurayı arada sırada görüp hatırlayayım diye yazdım bunları da. Siz okuyun ya da okumayın gerçekten umurumda değil. Anneannem biraz huysuz olsa da devamlı söylense de (İçinde çok biriktirmiş.) gülmeyi ve yeni şeyler denemeyi gerçekten hak ediyor. Onun mutlu olduğunu görmek de beni rahatlatıyor. Şu yaşımda hedeflediğim birçok şeye erişememiş olsam da en azından bunu başarabiliyorum. 

7 Mart 2025 Cuma

Bırak Dağınık Kalsın

Yaklaşık 7 yıldır müzik dinlerek uyumamıştım ki evlenene kadar genellikle müzik dinleyerek uyuyan bir insandım. Dün gece o kadar zaman sonra ilk kez müzik dinleyerek uyudum. Eskiden dinlediklerimden tek farkı tedavi gördüğüm ve psikoloğumun "Gece dinlediğin müzikler, filmler uykunu etkiler." demesiyle sakin müzikler seçmem. Peki kimi mi seçtim? Mari Boine. Uyku ilacını yutmadan tertemiz uyudum, keyifli uyandım.

Muhtemelen her evlilik bu şekilde değildir ancak içindeyken fark edemediğim şekilde tüm düzenim, alışkanlıklarım, sevdiğim şeyler yitmiş gitmiş. Evliliğin içinde ciddi bir depresyona girmişim ve bunu idrak edememişim. Anca çıkıyorum o hâlden. Eskiden yapmaktan zevk aldığım şeyleri şimdi daha da zevkle yapıyorum, hepsi daha kıymetli benim için. Bu kıvama gelmemin de vakit aldığını yeni yeni fark ediyorum. Psikiyatrist de psikolog da ilk görüşmelerimizde boşanmanın çok ciddi bir travma olduğunu, fark etmesem de etkilerini devam ettirdiğini söylemişlerdi. Haklılarmış. Canımın içi Selectra ve psikoterapi süreci sayesinde anlıyorum ve atlatıyorum bunu. Sadece zevk aldığım şeylere dönmüyorum; iş yapışım, düşünme hızım, algımın açıklık seviyesi bile değişti.

Evlilik biterken insan bazı arkadaşlarını da daha iyi görüyormuş. Önemli olan da o arkadaşlarının yanında olup olmamasından öte onların ne dediği, ne yaptığı. Kendi çektiği acılarla boşanmayı karşılaştıran gördü bu gözler. Görüşmüyorum şimdi. "Sen bunu acı sanıyorsun. Asıl acı..." Ben acı yarıştırmıyorum ki başkası neden benimle yarıştırıyor? Anlamıyorum, belki de anlamak istemiyorum. Kim bilir? Ancak ben o sırada acı çektiğimin bile doğru düzgün idrakinde değildim. Saçma sapan "O ne yapacak?" diye düşünüyordum, bana ne olacağını düşünmeden. Aptallık işte. Umarım mutludur.

Sadece evlilik değil, çok problemli bir iş hayatım vardı. Daha beter bir insan hayal edemiyorum, öyle biriyle çalıştım 5 yıl. Psikoloğumun danışanlarından biri de o kişiyle çalışmış, "Ben öyle bir mobbingçi duymadım." dedi. Öyle bir seviye. Tam iş yaşamım değişti, ben yeni düzene alıştım, "Mobbingsiz hayat da güzelmiş." dedim ki boşandım. Aslında bu, iki sorunun birden çıkıp gittiğini gösteriyor hayatımdan. İki tarafın birden düzelmesi belki de şu anda bana enerji veren unsur. Onlar gidince doktora da bitti, yoksa bitmeyecekti.

Psikolojik olarak toparlanmaya "iyileşme süreci" denmesine kıl olurdum ancak haklılarmış. İnsan aslında iyileşiyormuş. Mide hapı yutmuyorum mesela artık, çok daha iyiyim zira. Duruşum düzeldi. Oturup kalmıyorum, iş yapabiliyorum. Tabii erteleme huyum tamamen bitmedi çünkü o hep vardı :). Kendimi yıllardır tembel görüyorum. Hiçbir iş yapmıyormuşum gibi geliyordu. Tembel olmadığımı da anladım bu süreçte. Aslında olan ya vaktim yetmiyor ya da gerekli ortam oluşmadığından o işi yapamıyorum. Bunları da kabulleniyorum. 

Kendimi kabullenmem, en azından aptal olmadığımı anlamam zaman aldı. Kendimi sevmesem de artık kendime bir miktar saygım var ve ben bunu çok zor kazandım. Hiç kimse bunu elimden alamaz. Hiçbir manipülatör artık bana kendimi kötü hissettiremez, beni dediklerine çekemez. Hele hele duygusal manipülasyonu 10 km öteden tanır, topuklayıp kaçarım.

Bu da böyle saçma, darmadağınık bir yazı oldu. İdare edin. Bunlar hep psikoloji, insanın kendini sakinleştirmesi.