12 Aralık 2013 Perşembe

Erken Bir Yılbaşı Yazısı: cıngıl beeeels cıngıl beeels cıngıl ol dı veey!!!




"Oh, jingle bells, jingle bells
Jingle all the way
Oh, what fun it is to ride
In a one horse open sleigh
Jingle bells, jingle bells
Jingle all the way
Oh, what fun it is to ride
In a one horse open sleigh"

Efendim ben bu şarkı ile büyümüş bir orta sınıf çocuğuyum! Yok, yok itiraf ediyorum, bununla büyümedim. Dedem felan eskiden ara sıra ilahi ama genelde Ferdi Tayfur dinlerdi (bana da arabada devamlı Emmoğlu'yu söyletirdi ya da ben söylemek isterdim orası net değil hafızamda). Ben 6-7 yaşındayken de tamamen ilahi dinleyen bir insana dönüştü. İlk si-di pıleyırlı arabasında 20 si-disi vardı ve tüm si-diler ilahi sidisi idi! Teyzem kurtuluşumdu, pek eğlenceli idi. Tarkan dinleyip oynayabilirdin teyzecikle. Çok komik figürleri vardı. Bir de çocuk aklı tabii, kalça çıkığı sebebiyle kalça şekli yamuk ve topallayan teyze çok komik görünürdü göze (gerçi teyzem aslında aile içindeyken -damatlara gelinlere çaktırmaz- fazlasıyla komik ve eğlenceli bir kişiliğe sahip. Belki rahatsızlığı olmasa da aynı seviyede komik gelirdi o yaştayken de, bilemiyorum). İlerleyen yıllarda o da ilahilere sardı. Mesela şu inci swf'sinde olan "Camiye Gidiyorum" ilahisini ben ilk teyzemde dinlemiştim. Hatta teyzem mahalle çocuklarını da toplayıp din dersi verir oldu sonradan. Anne babalar isteyerek çocukları teyzeme gönderdiler. Zaten anasınıfı öğretmeni idi, sırf bu dindarlığı sebebiyle yıllarca onu tercih edenler oldu. Sonra bir gün başkasının anlatımına teyzem beni de sürükleyince (sanırım lisenin başındaydım) olan oldu. Ortamın çıkıntısı oluverdim. İnançsız değildim, ama anlattıkları da saçma geliyordu. Özellikle "inşallah" demem yönündeki ısrarları fenalık geçirtecekti ki her Adnan Oktar kızlarını görüşümde aklıma gelir. "İnşallah ben geldim hanım"lı o klasik "fıkrayı" anlatıp bana bu tip kelimelerin önemini empoze etmeye çalışmışlardı. Anlamadığım neden dıştan dememizi istedikleri. İçten desek size ne mesela? Bilmesi gereken bildikten sonra size ne ellaaaaam? İslam alimi bile olsam sanırım bu çıkıntılıklarım sebebiyle teyzemin gözünde hep "inancı zayıf" ve "anlamaz" görüneceğim. Ama çok da umurumda değil, tuhaf geliyor sadece bu inatları. Neyse.

Sonra halamlara geçeyim. Küçük olan halam ve eşi sanat müziği, halk müziği vs dinlerler genelde. Ne var ki onlarda da bir ilahi sevdası, efendim bir ilahilere eşlik etme sevdası! Hatta ezberleyeceğim sure başı da para verecekti halam eskiden. Vay be! Şimdi bende sökmeyen o taktiği torunlarına uygulayıp başarı elde ediyor. Büyük halanın ise ilahi dinlediğini duymadım. O ti-vi'de denk geleni dinliyor gibi görünüyor gözüme. Emin olamıyorum. Ama aşırı düzenli hayatında rastgele müzik dinlemek olmazmış gibi de bir intiba bıraktı üzerimde. Belki de dinlemiyordur... Hımmm, araştırmam lazım. Her ne ise...

Peki biz bu cingıl belsleri nerelerden öğrendik? Sanırım "Evde Tek Başına" vb yılbaşını evde tek geçiren kahramanların olduğu filmlerden. Peki çok mu mühim bu şarkı? Hayır. Peki ben bütün bunları neden anlatıyorum? İşte oraya geliyorum şimdi.

Çocukken de "yılbaşı kutlamak pek uygun değil" denirdi bizde. Ama tembih edilirdi ardından; "o yıl ne yaptın ettin bir düşün 31 Aralık akşamı. Kötü yaptığın şeyler için af dile ve tekrar etmemeye çalış. İyi yaptıklarının da başkalarına da iyilik getirmesi için dua et." Peki şu an gördüğümüz durum ne? "Gavurun bayramını kutluyorlaaaaarrrr!!!! Bu onlara has bir ibadeeeetttt, günaha giriyorsunuuuuz!!! Yapmayııııın!!! Hepiniz aslında gavursunuuuuuuz!!! Onlar gibi alçalmayıııınnn!! Ahlaksızlaar!!! Onlar bizim kurban bayramımızı kutluyorlar mı ha?" vb ayarsız, gerzekçe, saçma salak ve zekadan nasibini alamamış cümleler. Şinci, gavurun bayramını kutlamıyoruz, kutlasak da bu bizim sorunumuz. Gavur ibadeti desek, kop kop şeklinde göbek ata ata ibadet mi olur? Oluyorsa o dine geçeyim ben. Kıristmis ile yılbaşı farkını çözememiş mahlukatlar bize akıl verebileceğini sanıyor. Çoğu insan için eğlenmeye bahanedir yılbaşı. Siz henüz bunu algılamış değilsiniz. Kurban Bayramı ile kıristmıs'ı kıyaslama zekası apayrı. Yüce Rabbim hepsini seçip seçip üstümüze atıyor zaten. Aslında gavur isek derdiniz ne? Ahlak dediğin şey nedir ki? Ne faydasını gördün? Gayet ahlaksızca şeyleri (gerçi benim ahlak anlayışım toplum ile uyuşmuyor ama.. etik mi desek ne desek..?) normalleştirmiş bir toplumda sorgusuz sualsiz yaşarken bu mu kıçınıza battı? "Allahım yıl başı kutluyorlar! Nasıl kutlarlar! Nasıııııl :'(" diye ağlayıp duranlar neden çocuk tecavüzlerine, tecavüzlere, aile içi şiddete, kadın cinayetlerine böyle ağlayamıyor? Derdim "duyarlıyım beeen" demek değil ama ona bağıracaklarına buna bağırsın bu yeğenler. Hele feysbukta bir arkadaşım vardı, lisansımdan, birkaç alt dönemim. 3 yıl üstüste kriz geçirmişçesine yılbaşında bağırıp çağırıyor. Hatun hem faşist hem islamcı. En sonunda yeter dedim kıza. Bir dur. Her sene bu haldesin. "Demek geçen yıl yılbaşında yazdığımı hatırlıyorsun. Ben seninkini hatırlamıyorum ama" dedi. E ben bağırıp durmadım, kutlama olaylarını da sevmem etmem, anca goygoy yapmışımdır. Sonra devam etti hatun, "içinden evliyalar çıkmış Osmanlı padişahları ne zaman yılbaşı kutlamış ha?!" Bunu görünce bir irkilme... Ama böyle en tepedeki saç telimden ayak tırnağımın ucuna kadar. Birincisi iktidar olan ve iktidar ile büyüyen birisi evliya OLAMAZ! Olmayı beceriyorsa bence o peygamberdir anca. Gücü elinde tutuyor zaten, tek adamsın sen. O kadar geçsen kendinden; bırakır, başkasına devreder inzivaya çekilirsin. Hatuna güç versek mesela evliya olmayacak, bizi kesecek. İkincisi, zaten bana ne Osmanlı padişahının ne yaptığından. Adamın yediği yağlı kuzu etini yesek mide fesadı geçiririz biz, ne diye adamın yaptığını yapmaya çalışalım. "Otomobile de binmedi ki o evliyalar :(" Evet, şu anda saçmalıyorum ama aklıma geldikçe sinirleniyorum efendim, ne yapayım! Sonra tartıştık hatunla. En son aha buraya yazdığım kadar bir yazı yazdım kendisine, sonra silip göndermedim "amaaaaan ne uğraşcam la bunla" deyip. Sonra da o beni feysinden sildiiiii <3 ve bir blog yazımda daha aradan gıybeti geçirdiiiim <3 

Tekrar konumuza dönelim. Hayatımda yılbaşı kutlamadım, kutlamam da. Çocukken yılbaşı programı açmıştı kuzenimin kocası, dansöz çıktı diye utanıp değiştirmiştim kanalı. Kadın vücudunun "ayıp" olduğu nasıl kazınmışsa beynimize bakamamıştım etrafta insan varken o ekrana. Sanki etraftaki insanlar benim bedenimi görüyormuş gibi geliyordu. Sonra eniştem kızıp geri açtı dansözlü kanalı (toplasan 10 kanal vardır o yıllarda). O gün gözümde eniştem "kadın düşkünü pis erkek" oldu. Vay beee, Nevşehir böyle bir yer işte, kazımışlar beynime. Ama şunları görünce bir "kutlasam mı la?" cümlesini içimden geçirdiğim doğrudur. Zaten sırf bu yüzden profil resmimde yılbaşı şapkası, feys kapak fotomda kartpostal var. Sırf iyice uyuz olmaya başlayıp bu insanlardan tiksinmemden. Ha, onlar da beni umursuyor mu? Hayır. Ama işte, taciz gibi bir şey oluyor bu belki de. Belki de böyle bi sövüp rahatlama, kim bilir? Yok lan, rahatlamadım, şunu yazınca da rahatlamadım.

Bu kadar İslam düşkünü insan arasında büyüdüm. Tüm sülalem bildiğim kadarı ile müslüman, çoğu beş vakit namazını kılar, kılmayanı ayıplar, bir kısmı alttan alta "kapansan iyiydi aslında" mesajını yılda bir verir. Ama bu kadar ibadetinde, inancında sadık insanlar yılbaşı kartı gönderir, yılbaşı kartı alırlardı. Mutlu olurlardı bizim gönderdiğimiz kartlarla. Kimse de "gavur bayramı mı kutluyonuz?" demezdi. Dedem, anneannem felan bile demezdi. Peki bu son yıllardaki "tu kaka yılbaşı" modası nereden çıktı? İşte sanırım ben onu kaçırdım. Çözebilenden yanıt istiyorum. Bu yazının ana yazılış sebebi de bu çıkış yerini bulabilme umududur.

Sevgiler saygılar bizden efendim...

23 Temmuz 2013 Salı

"Ebru Yak Bizi, Erit Bizi" What The Hell Is Going On???



Pek heyecanlı heyecanlı Amargi'yi satın almışım, eve dönüyorum. Daha otobüsteyken okumaya başlamışım ki Osmanlı Tarihi de almışım tezim için, ona bakmıyorum bile. Aylardan sonra satın aldığım ilk dergi! (Maalesef kitaplara öncelik vermek zorundayım) Öyle bir  okuma isteği ki içindekilere bakmadım bile. "Zorla Güzellik" sayısı sonuçta, bir aydır alsam diye bekliyorum. Hem dışarı çıkmış hem de paramın var olması bir arada olsun da alayım diye o kadar zaman beklemişim. Sıradan okuyorum tüm yazıları. Atlamaca, sonra okurum demece yok! Otobüste tecavüz anısı okuyup ağlamaca falan... Böyle böyle geldik mi akşam evdeyken 61. sayfaya. Yazının başlığı anında dumura uğrattı beni; "Ebru Yak Bizi, Erit Bizi". Sadece bir kadını tabiri caizse hedef göstermek de değildi bu, bir şeyin doğruluğuna inanmış bir kadın topluluğunu aşağılamak, hor görmek... Pompalanmakta olan "güzel olma halini" hepimiz eleştiriyoruz ama bu şekilde olamazdı bu. Önce bir sinir bastı. Sonra "sabah okuyayım" deyip bıraktım yazıyı bir kenara. Arkadaşım da bu başlığın henüz buz dağının görünen kısmı olduğunu söyleyince kesinlikle akşam o halde okumamam gerektiğine inandım. Böylece yazıyı okumayı sabaha bıraktım. Yazının verdiği izlenimi sırası ile açıklayacağım şimdi. Eksik bıraktığım yerleri doldurun lütfen.

Öncelikle, yazının başlığında kullanılan tabir (başlığın dili kullanım şekline de uyarsak) "OFSAYT". Kimse kusura bakmasın, gayet eril bir dil kullandığım için. Çünkü yazının başlığı eril fazlası ile. Girişte detaya girmemek lazım diye başlığın verdiği izlenimlere burada devam ediyorum (u-huuu, akademi sevgisi böyle bir şey demek ki). Öncelikle başlık neden eril? Kimse kusura bakmasın ama başlık "80'lerin Türk Porno Filmleri Furyası"nda kullanılan film isimlerini andırıyor. Erotik-pornografik göndermeleri kolay kolay anlamayan annem dahi bu başlıktaki yaklaşımı farketti. Önce aklıma "Parçala Behçet" geldi. Sonra biraz daha düşündüm, benzer şekilde ne tip başlıklar vardı diye; "Hoşurdat Beni Cevat" geldi aklıma. "x zatı bla bla et beni" modunda çok başlık vardı bu filmlerde. Eh, ataerkil sistemde kadın da erkekler için "yakıcı" bir varlık olduğuna göre "yak bizi" demesi ayrı bir güzellik haline geliyor. Eritmek ise "make u wet chapter two" modunda bir şey. Terleme olur, o olur, bu olur... Emir kipi ile "erit" fiili her türlü erotik-pornografik algılamaya da açık. Yazarın bunu farketmeden kullandığını sanmıyorum. Bilerek ve isteyerek normal şartlarda eleştireceği eril söylemi tekrarlamış, hatta işin içine pornografi katmış. Hiciv amaçlı olduğu ihtimalini de yazıyı okuyunca iptal ettim. Ayrıca başlığın nasıl kibir dolu olduğunu daha girişte belirttim. Kendisini "feminist" olarak adlandıran insanın (feminist bir dergide ataerkil normları eleştirecek yazı yayınlamak zannederim ki kendini feminist olarak adlandırmak ya da buna yakın addetmektir) nasıl böyle bir kibir sahibi olduğunu ise anlayamıyorum.

Devam ediyorum yazıyı ele almaya. Başlık konusunu kapatalım şimdilik. Altında ne yazıyor ona geçelim. Alt başlığı da bu yazımda es geçmek istiyorum, zira on yüzbin sayfa sürecek yoksa yazı. Önce yazıyı nasıl daralttığını felan anlatmış yazar. "Ergenliği atlatamamış, zayıf olan herkese haset besleyen yazar" olarak anılmaktan korktuğu için de Ebru Şallı ile sınırlamış, diğer güzellik takıntılı zayıf kadınları ele almamış. Sonra da Ebru Şallı'ya gıbta ile bakan biri olarak algılanacağı bir yazı yazmaya karar vermiş (yazar burada hiciv yapmaya çalışmış). Beslediği negatif duyguların bu yazı ile de azalmasını ummuş ama böyle kinle yazılmış bir yazı o "negatif duyguları" hafifletemez bence. Hatta gidip Ebru Şallı'yı dövse yine siniri geçmez gibi geldi bana.

Enver Aysever ile Ebru Şallı'nın bir röportajından alıntı yapmış. Röportaja dair bir değerlendirme yapılmamış mesela, hemen Şallı'yı küçümseme moduna geçilmiş. Öncelikle sevgili feminist dostlar, bir insanın feminizmi bilmiyor olması ile onları aşağılamak hangi insanı tarafınıza uyuyor? Yapılması gerekilen feminizmi bilmeyeni aşağılamak değil (ki Şallı bu röportajda -alıntılanan kısma göre- feminizm hakkında bilmeden artistlenmemiş, konuyu kapatmayı tercih etmiş) ona, gerçekten de bu hareketi önemsiyorsan, açıklamaya çalışmaktır. Aşağılayarak yapılabilecek tek şey insanları bu hareketten uzaklaştırmaktır ki bilmem kaç yıldır bunu çok iyi başarıyorsunuz zaten (aha, "us" olayına girdim başbakanımız gibi). Bazı insanlar ne yazık ki sizler gibi okumuş etmiş değil. Kuramı bilmezler. Kendilerine göre değer yargıları ve doğruları farklıdır. Eleştirebilirsiniz, bir çözüm yolu düşünebilirsiniz ama küçümsemek haddiniz değildir. Biz feminist olduk diye aydınlanma yaşamadık. Aydınlanmayı yaşamaya çalışıyoruz henüz. O sebeple üstün olabilecek bir tarafımız yok. Ve hep demez miyiz, kadınların hepsi kurtulmalı diye. Bu kibirle kurtuluş nasıl mümkündür? Neyse...

Başka röportajlara yaklaşımına bakalım. Ne yapmış ne etmiş... Şallı'nın dediklerinin hiçbir önemi yokmuş mesela yazar için. Her şeyi kendi isteğine getirmesi lazımmış. Ne demiş Şallı; "Hamileliğimde abartıldığı gibi öyle 200-300 kilo kivi yemedim. Günde iki öğün meyve yemeye zaten çalışıyorum. Kivi de yararlı bir şey." Peki yazının devamında ne oluyor? Devamlı olarak 200-300 kilo yenen kivi muhabbeti. "Bari kadının kendini açıkladığı cümleyi koymasaydın da biz de sana inansaydık!" diye haykırasım geldi. Tek amaç aşağılamak, kin kusmak. Yazının 30 dakika içinde yazıldığına dair inancımı da bu öfkenin hiç dizginlenmemiş olması artırıyor.

Alıntılanan röportaj parçalarına her bakışımda sağlıkla ilgili şeylere rastlıyorum (şu inci tozlu maske tarifi hariç). Ancak buna rağmen bir "güzellik"tir devam etmiş. Ta lisans birinci sınıftayken Modern Türk Edebiyatı hocamız Firdevs Hoca derdi, alıntılanan yer belirtilen görüşle uyumlu olmalı, belirteceğiniz görüşü destekleyecek bir veriyi metinden elde edememişseniz hiç belirtmeyin diye. Devamlı olarak bu sorun var zaten yazıda. Kendini desteklemek için alıntılanan yerlerin aslında yazarın görüşü ile uyumlu olmaması. Öyle bir öfke ile yazılmış ki, denilenlerin kendi görüşünü desteklemediği bile fark edilmemiş. (Biliyorum devamlı öfke ve kin dedim ama yazının gerçekten başka hiçbir açıklaması yok.)

Benim gibi "Ne oluyor orada?" diye soracaklar için de bir Simone de Beauvoir  görüşü açıklaması getirmiş yaklaşımına. Hem de biraz akademik görünür diye zannediyorum -ya da genel dili ele alıp oradaki dili de görünce başka bir açıklama yapamadım- bu açıklama araya serpiştirilmiş. Peki yine soruyorum; Beauvoir destekli Şallı hali (kentsoylu kadın) açıklaması yaptıktan sonra bu açıklamanın o kadınları "aşağılama" amaçlı olduğunu mu düşündünüz yoksa olan bir halin açıklaması olduğunu mu? Şahsen halin açıklaması olduğunu düşündüm. Ancak bu açıklama yazarın kendi öfkesini dokunulmaz kılmak amacı ile metne konmuş gibi duruyor. 

Nasıl mı yapmalıydı peki eleştirisini? Aşağılamadan, görüşünü açıklayarak. Ben yazarın görüşünü bile anlayabilmiş değilim mesela. Anladığım tek şey inanılmaz öfke dolu olduğu. Devamlı da bunu belirttim yukarıda zaten. İçimden ara ara "Sakin ol Diego" dedim. Şallı'nın güzellik pompalaması eleştirilmeliydi tabii ki, buna lafım yok. Bu konuda da bir şeyler yazılmalıydı. Ama biçim bu olmamalıydı işte. Tamamen öfkeye yenik düşülen bir yazı. Aynı eleştirdiğimiz Yeni Şafak yazarlarının yaptığı gibi. Yoksa, yoksa bu yazı aslında Kassam Strateji için mi yazılmıştı da kazara bu dergiye kondu onu bile düşündüm, ne yalan söyleyeyim.

Eyyorlamam şimdilik bu kadardır. Bu yazıda takıldım, kaldım. Devam edeyim ben Amargi'ciğime. Lütfen yazıyı okuyan varsa onlar da bir yorum getirsin de ben de yeni şeyler öğreneyim.

Hayvanat Bahçesi Masalı - The Zoo Story




Birisine desek ki "isminde 'hayvan' geçen bir kitap ismi söyle" diye kesin "Hayvan Çiftliği" der, okumamış olsa da anlatır da anlatır. Vay atlar şöyle de böyle de, vay domuzlar, amanın pis kapitalizm falan; saydıkça sayar. Çünkü ortadadır. Çünkü distopyadır. Çünkü tamamen gerçeklik söz konusu değildir bizim dünyamızda, en azından şimdilik.

Peki bana bu soru sorulsa ben ne yanıt verirdim... Çok da düşünmüyorum açıkçası, bir Edward Albee oyunu olan Hayvanat Bahçesi Masalı (The Zoo Story) derdim. Bu vesile ile normalde sevmediğim, insanın asabını bozan, kendini beğenmiş "Mesleki İngilizce" dersi hocamıza da teşekkür ederim beni Albee ile tanıştırdığı için. Yaptığı tek doğru şey bu muydu dersimizde bilmiyorum. Ama bana buymuş gibi geliyor. Her ne ise...

Oyunun İngilizce metnini internette bulmak çok kolay. Türkçesi de vardı, biraz bakarsanız. Ondan size uzun uzun olay falan anlatmayı planlamıyorum. Bence okuyun, kısa zaten. Alacağınız tat ise apayrı, inanılmaz bir zevk. Böyle tarif edemedim.

1958 yılında yazmış Albee oyunu. 1959'da Almanya'da oynanmaya başlamış. Amerika'da oynanabilmeye başlaması ise oldukça sancılı bir süreç. Yoğun Amerika eleştirisi sebebiyle özellikle oynanması yasaklanır daha hiç sahnelenemeden. En ilginci ise Albee'nin daha ilk oyununun bu kadar kuvvetli, sert, vurucu ve düzgün olması. Doğuştan yeteneğinin yüzümüze gözümüze sıçraması ve bizim de azıcık da olsa sebeplenebilmemizi ümit ediyorum.

-I have been to the zoo.

"İntihar etmeyeceksek içelim bari!" der gibi. Gözümde çok mühim bir giriş cümlesi bu. Düzgün ama özensiz giyinmiş Jerry bu cümle ile başlatır oyunu; "i have been to the zoo." Meali; hayvanat bahçesindeydim, artık değilim ama etkileri üstümde. Bir zamanlar hayvanat bahçesinde olmuş olduğumun farkındayım. Peter bunu anlamaz bile, en doğrusu umursamaz. Baştan duymaz, çünkü etrafında olanı umursamamaktadır Peter. Bir pazar günü bir öğle sonrası Central Park'ta bir bankta oturmaktadır Peter. Elinde kitabı, gözünde kemik çerçeve gözlükleri, tipi düzgün, özenli... Jerry yanaşır ve delicesine bunu söyler. Sonra tekrar eder bunu. Oyunun devamı bu iki kişinin arasındaki diyalogdur.

İşte şu andan sonrası spoiler sayılır. İsterseniz okumayın oyunu okumadan, siz bilirsiniz.

Bu diyalogta Peter önce "Amerikan rüyasını" hakkıyla gerçekleştirmiş insan gibi görülmektedir. Amerikan rüyasının temel taşlarının ne olduğunu filmlerde çizilen ideal aile tiplemesi ile düşünebiliriz mesela.Çok uzağa, öyle akademik takılmaya falan gerek yok. Biri erkek biri kız (erkeği önce demek mühimdir,lütfen) 2 çocuklu, köpeği olan, eşiyle sevişerek evlenmiş bir aile. Eşler heteroseksüel. Arabalarının olması da mühim bu arada tabii. Her ne ise.Peki Amerikan rüyasını gerçekleştirmiş görülen Peter? Evli, iki kızı ve bir papağanı var. En önemlisi ise bir pazar öğleden sonrası Central Parkta oturuyor olması. Çünkü pazar öğleden sonraları Central Park eşcinsellerin buluşma yeri. Yani Peter aslında eşcinsel. Zorunlu olarak heteroseksüel bir hayat sürüyor. Amerikan rüyası yerle bir olur burada. (Bu noktada belirtmem gerekir ki Albee bir eşcinseldir ve tüm oyunlarında mutlaka bir eşcinsel kahramana yer verir.)

Jerry devamlı Peter'in "eksiklerini" Peter'in yüzüne vurur. Aslında onun o rüyaya uygun olmadığını ima eder. Peter devamlı sinirlenir. Çünkü o sıradan, Amerika'sının istediği gibi bir yaşam sürmeye çalışmakta, hiç değilse öyle görünmesini istemektedir. Jerry saldırır, Peter sinirlenir; Peter sinirlenir, Jerry saldırır. (Sözle saldırır yani, Peter'in tüm açıklarını ifşa eder)

Hayvanat Bahçesi ise apayrı bir güzellik. Hayvanat bahçesi bizim yaşamımız aslında. Şu anda yaşadığımız hayat bir hayvanat bahçesi. İnsanlar arası ilişkilerde demir parmaklıklar var. Kimse kimseyle doğrudan ilişkiye girmiyor. Her şey başkalarının isteğine göre şekilleniyor hayatımızda. Onların istediklerini yiyip içiyoruz. Onları eğlendiriyoruz. Özgür olduğumuzu sansak da aslında özgür değiliz.

Jerry'nin ana planı da Peter'i bu bahçeden kurtarmaktır aslında. Bunun için de canından olması gerekmektedir. Kendi canından olarak Peter'in bu bahçeyi düşünmesini sağlar. Zaten bahçeden çıkmış olsa da tam olarak etkisinden kurtulamamıştır Jerry. Ölüm ile son bulur etkiler. Peter içinse yeni,özgür bir hayat başlar.

Bazılarınızın "ne var bunda" dediğini duyar gibiyim. "Ne ehemmiyeti var?" Bu oyunun böyle bir hikaye ile anlatabildiklerini sen başka bir hikaye ile, doğru kelimelerle ve etkileyici bir kurgu ile anlatabiliyorsan, buyur anlat, sonra da konuş derim. Ama Albee'nin dehasını aşağı görmek kendi salaklığını deha zannetmektir. Kimse kusura bakmasın. Belki ben anlatamadım tam. Çünkü heyecanlanıyorum bu oyunu okudukça. İçimden geçiyor devamlı; "I have been to the zoo."

Şöyle bir şey daha var. The Zoo Story'i bilenler dahi neden Hayvan Çiftliği'ni önce söylüyor? Bence bu noktada psikoloji işin içine giriyor. Hayvan Çiftliği'nin olma ihtimalinin düşük olması vs sebepleri yukarıda dillendirmiştim... İşte, her şeyi hayvanat bahçesinin gerçek olması bozuyor. İnkar ediyoruz o gerçekliği, kabullenmiyoruz.

Oyunda değinilecek şok şey var ama hepsini anlatırsam ne tadı, ne anlamı kalır ki? Ayrıca tez yazmıyorum ben burada :) Biraz da siz çözmelisiniz, çözemiyorsanız da makalelerden destek almalısınız bence. Edebiyatın tadı böyle çıkıyor.

Şu anda 85 yaşında Albee. Daha da yaşaması için dua ediyorum. Daha başka oyunlar da yazmalı. Ölümsüz olsa da olurdu ama o mümkün değil işte, yapacak bir şey yok. Baksanıza şu fotoğrafına, yirim!

22 Temmuz 2013 Pazartesi

Höttürü Zöttürü Tiridine Tiridine Tiridine Bandım



İşte tam da bu ruh hali içerisindeyim. Her blog açışımda (daha evvelkileri hep kapadım, hep ama) bir "ilk yazı" sorunu yaşadım. Sırf bu yüzden blog açmadığım zamanlar da oldu. En doğrusu açıp, ilk yazıyı yazamayıp kapadığım. Böyle "bir şeyler yazayım, insanlar okusun" dedim; bazen yazmaya cesaret edemedim, bazen yazdığımı haber vermeye. Açıp kapatıp az biraz yazdığım blogları insanlar görmemiştir bile. Bir-iki insan görmüştür, "ne diyor la bu mal" deyip kapamıştır. Ben olsam kapatırdım yani.
Şimdi ben neden blog açıyorum? Niçin açıyorum? İşte bu soruya yanıt veremiyorum; veremeyeceğim de. Amaçsız goygoy mu olmalı bu blogda, anime-manga izlenimleri mi, feminist yazılar mı, yoksa ciddili başka şeyler (yazdığım hikayeler, siyaset, makale vs) mi olmalı? Ortaya karışık dahi gidebilirim. Zaten bu kararsızlık, işleri birbirinden ayıramama bitiriyor beni. Hayatımın sonuna kadar böyle mi olurum acaba? Ne kadar sürer ki hayatım? Sonuna kadar diyorum da, sanki 90 yaşında öleceğim. Halbuki bir halt bilmiyorum.
Romantik İslamcı olsaydım, "edebi zevkim" o yönde gelişseydi daha mı rahat olurdum acaba? İki ağlaklık, iki helal-haram muhabbeti, araya serpiştirilmiş çay ve "nargile" (sigaraya karşı olup nargile sevmeli bu nesil) muhabbetleri, ah Filistin vah Filistin desem, başka hiçbir zulmü görmesem, 20 şair ve yazar arasında gezinip başkasını bilmesem, sade "İtibar" dergisini takip etsem daha mı rahat olurdu? Daha mı sevilirdim bu dünyada? Daha mı bilgili, kültürlü, insancıl zannedilirdim? Daha mı sevilesi bir sevgili olurdum? Hem o zaman yapacağım tüm "kendini beğenmişlikler" zekaya ve kültüre bağlanır, kendimi daha rahat hissederdim. Ya da "nasılsa inançlı" denilerek "fıtrat" bahanesi ile yırtardım. 
Sonuç olarak "romantik İslamcı" değilim. "Müslümanım" diyerek dini kimliğimi söylesem dahi, edebiyat okumuş olmama rağmen "romantik İslamcı" olma yoluna gitmediğimden belki de, kimliğim sorgulanıyor yine bu "romantik İslamcılar" tarafından.  İnsanın kafa göz dalası geliyor. Dediklerini umursadığımdan değil, böyle bir sorgulamaya dahi gitmelerinin hadleri olmamasından ötürü.
Öyle postmodern de değilim, olamadım. Post'u geçtim, modern de olamadım ki! Bir yerlerin bir yerlerinde sıkışmış kalmışım. Hani saatlerinizi alan bir pasta yapıyorsunuzdur, yemek için sabırsızlanıyorsunuz ama bir türlü hazır olamıyor. o hazırlamaya başlayıp hazır olma süreci bir türlü geçmez ya, işte öyle bir hal benimkisi. Şimdi böyle bir benzetme yaptım ya, yine dışlanırım ben. "Ne biçim edebiyatçı bu" derler arkamdan. Edebiyat okudum diye ben edebiyat yapacak değilim ki. Sanatçı değilim ki. O yeteneğim yok ki benim. Anca okuyorum, anca açık buluyorum, ruh hali tesbit ediyorum, "şerefsiz cinsiyetçi" diyorum. Bu kadar benimkisi. Bu kadar edebiyatçıyım yani. "Edebiyatçı olma hali" nedir zaten onu da anlamış değilim, anlayamayacağım da. Belki de bu yüzden hep eleştirileceğim.
Feministim diye de eleştirilmeye alıştım mesela. Eleştirenlerin feminizmin ne olduğunu bilmemesi açıkçası beni mutlu ediyor. Çünkü karşımdakilerin bilmeden atarlandığını, bu sebeple de aslında zekası düşük varlıklar olduğunu biliyorum. Kendine gereksiz güven mi bu bilmiyorum ama feminizm hakkında bilgi sahibi olup öyle atarlansalar, benim göremediğim bir şeyleri görmüş olduklarını düşüneceğim. Ama bilmeyenlerle konuşmaya kalkmak zor. Çünkü inanılmaz bir ego sarmış çevrelerini. O sebeple "he anam babam he" deyip geçip gitmek gerekiyor.
Ha bir de anime-manga faslı var. Asla otaku olduğumu iddia etmedim. Sadece Japon kültürünü sevdiğimi, anime ve manga okumaktan zevk aldığımı söyledim. Dönem dönem izlediğim, okuduğum şeylerden bahsetmekten mutluluk duydum. Bu kadar. Öyle her Allah'ın günü bilmem kaç bölüm izlediğimi söylemedim. Uzman da değilim ama bazı şeyler (açıklar, psikolojik arka plan, göndermeler vs. yani edebiyatta da olan şeyler) dikkatimi çekiyor. Bu kadar. Öyle "çizimi şöyle olsun, böyle olsun" takıntım da yok. Gönderme olsun, metinler arasılık olsun, kurgu düzgün olsun bana yeter. Bu kadar. Tüm derdim bu yani. Öyle işte. Çok bilgili felan değilim ama kendimce ilgileniyorum, kendimi mutlu edecek kadar.
Saçmalamanın dibine vurmuşken yazıyı noktalamak gerek. The Tea Party günlerin tam hız devam etmeli. http://www.last.fm/user/teorx müzik keyfim için de beklerim.
Saygılar, sevgiler bizden efendim.