24 Haziran 2025 Salı

masallar - 1

bir varmış bir yokmuş, zaman zaman içinde, kalbur saman içinde, deve tellâl iken, horoz imam iken, manda berber iken, annem kaşıkta, babam beşikte iken, ben babamın beşiğini tıngır mıngır sallar iken, babam düştü beşikten, alnı yarıldı eşikten, annem kaptı maşayı, babam kaptı küreği, gösterdiler bana kapı arkasındaki köşeyi...

işte tam o köşede bir fare yuvası vardı. arada çıkar gelirdi yanıma. derdi "naber?" derdim "iyilik n'olsun. senden n'aber?" başlardık muhabbete. bitmezdi konuşması. çenesi pek düşüktü. düşük derken, fiziksel olarak da düşüktü, sırf mecazen değil yani. ağzı devamlı açıktı. hiç kapanmaz, daim aralıklı dururdu. bıyıkları normal farelerinkinden daha uzun ve kalındı. tüylerinin rengi gri. gözleri irice ama biri biraz küçük kalmış. koroid dokusu pigmentleri seyrek olmalıydı ki maviydi gözleri. biraz topallayarak yürüyordu. belki bunlardan dolayı tek başınaydı. yanında hiç başka fare görmezdim. tuhaf bir varlıktı. zaman zaman gece yanıma, yastığımın dibine yatardı. dediğine göre erkekmiş. kadınlardan çok çekmiş, onları anlamak imkansızmış. devamlı kadınlardan yakınıp erkekliğine vurgu yapıyor olmasına rağmen ben cinsiyetini seçemiyordum ve erkek olması pek de inandırıcı gelmiyordu açıkçası. anlattığı çoğu şeye masal gözüyle bakıyordum. çünkü ne zaman gerçeği ne zaman kurguyu söylüyor anlaşılamıyordu. şaka mı, dalga mı, mecaz mı, gerçek mi... bir mahluk nasıl böyle içini belli etmeden durabilir ki?

mimiksizdi genelde. anlattıklarının kendisinde nasıl bir his uyandırdığını çözmek imkansızdı. ama ben o anlatılanlardan neler hissetmişsem onun da öyle hissettiğine inandırmıştım kendimi. anne babası küçükken onu terk etmiş; hep topalmış çünkü. kedilerden kaçarken ebeveynlerine engel oluyormuş. kendi canlarından olmak istemeyen anne-babası onu terk etmiş. nasılsa 63 tane daha yavruları varmış. soylarını devam ettirmek için gerekli her şeyi yapmışlar. 63'ten elbet 10 tanesi yavru sahibi olmadan ölmezmiş. bu sebeple kendisinin önemi yokmuş. "biz farelerde" derdi, "soyun devamı çok önemlidir. işi garantilemek için ölmeden evvel en az 50 yavru yapar bir çift fare. aksi takdirde sırf zevk için bizi avlayan kedilere karşı bir şansımız olamaz. ben bile bu görüntüme rağmen yavru sahibiyim, neredeler bilmesem de." her konuşmamızda nerede olduğunu bilmediği yavrularından bahsederdi. ancak diğer yandan hiçbir kadın farenin kendisine yaklaşmamış olduğunu da söyler, yakınırdı. anlamlandıramazdım. "siz fareler, tuhafsınız" derdim sadece. bunu her deyişimde nedense hafifçe gülümseyip yuvasına çekilirdi. o geceler benimle uyumazdı. sonradan yalnız kalmak istediğimde bunu demeye başladım ben de. gitgide sıklaştı bu lafı edişim. kendimi durduramıyordum. her gidişinde hem üzülüyor hem de yalnız kalmaktan gelen bir mutluluk hissediyordum. hani insan zaman zaman yalnız kalmak ister ya, öyle tuhaf bir durumdu benimkisi. aynı odada olmamız bazen devamlı gözlendiğim hissine sebebiyet verip rahatsız ediyordu. belki de bir çeşit tacizdi benim için bu durum. ancak fare için nasıl bir histi benimle yaşamak bilmiyorum. ancak gözlendiğini düşünmüyordur zira ben onun yuvasının içini bilmiyordum. ne kadar da çok uğraşmıştım o yuvanın içine vâkıf olabilmeye. fenerle içeri ışık tutup tek gözümü kapatıp deliğin içini görmeye çabalıyordum ara ara. öyle minik kameralar henüz o zamanlar yoktu. tek yol küçülüp içeri girebilmemdi. ne var ki, alice harikalar diyarında değildi ve beni küçültüp o yuvaya sokacak bir kek, su veya meyve yoktu. "merak etme, çok matah bir şey değil. yatak bile yok içinde. yerde uyuyorum" demişti yuvasını merak ettiğimi söylediğimde; "senin odan güzel. yatağın, kitaplığın ve bir masanla sandalyen var. niye merak ediyorsun ki içi boş bir deliği? rahatına bak." ancak o deliğin benim için nasıl bir cezbediciliği olduğunu anlamıyordu. belki içi boştu, hiçbir şey yoktu; ancak, odamın içinde bilmediğim bir bölge vardı. belki hakimiyet isteğimden olabilir, o bölgeyi de bilmem lâzım geliyordu bana göre. 

bir gün verdiğim peyniri beğenmeyerek (kaşar peynirinden pek hoşlanmaz, mümkünse çeçil peynirini yahut çömlek peynirini tercih ederdi) ebeveynlerimin de yokluğunu fırsat bilerek kendine yiyecek bir şeyler bulmak için odadan ayrılmıştı. nasıl ki annemlerin olmaması onun için bir fırsattı, benim için de fırsattı. çünkü deliği daha rahatça inceleyecek kısa da olsa zamanım olacaktı. yine elime feneri aldım, yere uzandım. sol gözümü kapatıp sağ gözümü deliğe yaklaştırdım. yine sağ elimdeki fenerin düğmesine basıp deliğin içini az da olsa aydınlatmaya çalıştım. sağ yaptım, sol yaptım, daha çok şey görmek adına şekilden şekile girdim. başta bir şey yok gibi görünüyordu gözüme, her zamanki gibi. sonra birden bir şey dikkatimi çekti; deliğin sol tarafına doğru bir yerde bir kağıt parçası. tek seçebildiğim eninin ince olduğu idi. uzunluğu hakkında bir fikrim yoktu, çünkü deliğin boyutunu bilmiyordum. o arada ben bir dişi o da bir erkek olduğumuzdan odaya girmeden evvel gelmekte olduğunu belirten sesleri çıkardı fare. sonuçta farklı cinsiyetlerin birbirini çıplak görmesi pek hoş karşılanmıyordu ve fare de bu konuda çok hassastı. büyük ihtimalle benim hassas olduğumu düşünüyordu ve bu sebepleydi bu tavrı. hemen toparlanıp yatağıma uzandım (sandalyede oturmaktan evvelden beri hazzetmemişimdir)  ve elime bir kitap aldım. kapıyı daim aralık bırakırdım; o aralıktan girdi odaya. "ne yedin?" diye sordum başımı kitaptan kaldırmadan. "değişiklik yapıp masa üstündeki kurabiyelerden yedim. biraz temizlesen olur, sanırım pis bıraktım." dedi. kitabı indirip kediye baktım. kurabiye kabına çıktığında dengesini kaybedip helva kabına düşmüş olacaktı ki üstünde helva kırıntıları vardı. "meraklanma, hallederim şimdi. asma suratını da. biliyorsunuz, size hizmet benim için keyiftir" dedim gülümseyerek. o da aralık ağzını biraz yayvanlaştırarak utangaç bir gülücük gönderdi bana. mutfağa gittim hemen. ortalığı temizledim. bir bezi de ıslatıp yanıma aldım. odaya girince fareyi kucağıma alıp tüylerini temizledim. artık yaşlandığı için kendi temizliğini de zor yapıyordu.

temizlik sonrası bıyıklarıyla oynamaya başladım. aklımda delikteki kağıt vardı. ancak açıkça sormam da imkansızdı. sorsam binbir masal ile kandıracaktı beni. zihnim dağılacaktı. anlatmayacaktı o kağıtta ne yazdığını ya da o kağıdın nereden geldiğini. kim bilir ne masallar söylemişti bugüne kadar sorularıma yanıt vermemek için. belki de masal değil, yalandı. ara ara bu masallardan bir anlam çıkarmam gerekip gerekmediğini düşünürdüm. ancak bir sonuca varamazdım. ne yapsam diye düşünürken "deliğinin uzunluğu ne?" diye soruverdim. aklımda kağıdın olası uzunluğu... "bilmem..." diye yanıt verdi. " belki evin tüm duvarlarını dolaşıyordur!" dedi. "imkansız!" diye sitem ettim, "yine alay edip konuyu saptırıyorsun" dedim; umursamadı. "bilirsin, iyi kazıcıyımdır. çok zorda kaldığımda tabandan geçiriyorum yolu. sonra tekrar duvarın ortasından devam ediyor. inanmıyor musun? alice'in kekini bulunca sen de göreceksin haklı olduğumu!" alice'in keki yoktu, ben de bulamayacaktım haklı olduğunu. belki de bu sebeple haksız olduğuna, yalan söylediğine karar verdim her zamanki gibi.

zaman geldi, zaman geçti. zaman zaman atıştık fareyle. zaman zaman "siz fareler, tuhafsınız" diyerek yalnız kaldım. fare iyice yaşlandı. o yaşlandı, ben olgunlaştım. ancak ona iyice zaman ayıramaz oldum. "büyüdün. yakında evden de gidersin. beni unutma." dedi. "gitmem evden" dedim. aslında gitmek de istiyordum ancak yaşlanmış fareyi yeni evime götüremezdim, gelmezdi, bilirdim. zaten topallığı da yaşlandıkça iyice artmış, neredeyse sürünürcesine hareket eder olmuştu. yalnız kalmak istiyor ancak yalnız bırakamıyordum. delikteki kağıt aklıma geliyordu ara ara, diyordum "boşver, zamanı değil." bir süre daha geçti, fare beni bırakıp gitti. nereye gitti bilmiyordum. halbuki gidebilecek durumda değildi. artık odamdan da hiç çıkmadığı için annemlerin bulup atmış olma ihtimali de yoktu. (allah korusundu) ölse kokusu gelirdi. farenin yok oluşunun üstünden 1 ay geçti. kendimi çok yalnız hissediyordum. birden "alice!" dedim. belki ben aslında "alice"tim. "alice" olmak için bir şey yemem gerekmiyordu belki. sadece o kağıdı çıkarsam alice'ten daha alice olacaktım.

önce malzemeleri toparladım. geçen yıllarda deliğe karşı ilgimi yitirmiş olduğumdan fenerin yerini bile bilmiyordum. "en iyisi yeni alayım, daha ince ışıklılar çıkmıştır" dedim. devasa bir süper markete gittim. ince ışıklı (odaklı çalışmam lazımdı delik üstünde) bir fener, uzun saplı bir cımbız ve duvarı yıkma ihtiyacı ihtimaline karşı bir de ağır çekiç aldım. eve döndüm. annemler evden çıkınca çalışmalara başladım. deliği eskiden olduğu gibi uzun uzun inceledim. deliği sol tarafından çekiç yardımı ile genişlettim. kağıdın ucu göründü. uzun saplı cımbızı içeri doğru sokup kağıdı ucundan yakaladım ve kendime çekmeye başladım. yaklaşık 25 cm uzunluğunda eni dar bir kağıt... üstünde benim için ufak, fare için büyük harfler yığını. gözümü kağıda yaklaştırdım, harfler kelimelere, kelimeler cümlelere dönüştü. "alice!" diye başlıyordu yazı.

"alice! biliyorum, sen aslında alice'sin. benim ulaşamadığım, hiç göremediğim ve aslında hiç olmamış olan evlatlarımdın sen. seni küçültecek kekin yoktu. olmasına da gerek yoktu. benim deliğime küçülerek girmene gerek yoktu, zaten içindeydin. senin deliğine de girmeye çalışan başka bir dev yok muydu dışarıda bir yerlerde? o da aslında senin deliğinde değil mi? ben de bir başkasınınkine girmeye gidiyorum. zaten onun deliğinde miyim bilmiyorum. "
(2010 yılından)

23 Haziran 2025 Pazartesi

Bakınız, bu bir dramdır.

Ne idiği (Sözlüğe bakmadan "İdüğü değil mi bu?!" deme cahilliğini göstermeyiniz.) belirsiz bu diyarda birbirinden farklı insanlar yaşarmış.Yüce Rabb'im bunları sadece onları test etmek için farklı farklı yaratmamış. Zaten bir sürgün yeri olan bu dünyada hayata da katlanacak bir eğlenceleri olsun diye de birbirinden farklı yaratmış (Masal bu, tutup şirk mirk karıştırmayın burada!). Ancak insan evladı bu ya ne anlasın çeşitlilikten, eğlenceden? Onun bildiği tek şey herkesin kendi gibi olması gerekliliği imiş. Çünkü herkes en mükemmel kendisini sanırmış. Bu belki de bir sanrı imiş, hiç geçmezmiş.

İçlerinden biri varmış ki bu sanrıya kapılmamak için kendisini kontrol etmeye çabalarmış. Dakikalar, saatler, günler, aylar, yıllar geçermiş; insanların sanrılarından usanmadan yaşamaya çalışırmış. Zaman geçmiş, bir gün insanların sadece sanrılarının olmadığını fark etmiş. Meğer insanların bir de egoları varmış. Bu egoları fazla okşandığında kendini küçük dağları geçin, büyük dağları bile yaratmış sanırlarmış. Egoları az okşanırsa ya da okşanmazsa ne mi olurmuş? Herkesin kendini kıskandığı düşüncesine kapılırlarmış. Hâlbuki böyle bir durum yokmuş. Herkes aslında kendisinin derdinde imiş. Herkes kendisini mutlu etmek istiyormuş. Kimisi sevişmek istiyormuş, kimisi başarı; kimisi bilgi istiyormuş, kimisi huzur; kimisi sevdikleri yükselsin istiyormuş, kimisi kendi hariç herkesin ezilmesini... Bitmiyormuş bu çeşit çeşit istekler. Durmadan çalışanlar çalışmayanlara yardımcı olmak istiyormuş bazen. Onlara çalışmanın güzelliğini anlatmak istiyorlarmış. Ama birisi çıkıyor bu isteklerini öldürüveriyormuş. Hep hazıra konmaya öyle alışmış ki başkasının ona tek bir şey vermemesinde her denilen cümleyi farklı cümlelere evirip bunun gerçekliğine inanıyormuş.

İşte Yadigâr da çocukken böyle biriymiş. Cinsiyetinin de bu masalımızda hiçbir önemi yokmuş. Yadigâr insanları hep yanlış anlarmış. Ona bu özellik aile bireylerinden birisinden geçmiş ama bu aile bireyinin cinsiyetinin de yine bir önemi olmadığı için halası mı dayısı mı bizi ilgilendirmezmiş. Ama Yadigâr herkesin cinsiyeti ile ilgilenirmiş. Çünkü ona göre cinsiyet çok mühimmiş. Herkesin cinsiyetine göre bir iş tutturduğunu düşünürmüş. Böyle olması gerektiğini de savunurmuş. Bu savunmalarını o kadar saçma şeylere dayandırırmış ki birisi onu eleştirse "Ama bunu çok iyi bilirim ben." diyerek karşısındakini susturmaya çalışırmış. Yadigâr'ı eleştiren de bu saçmalıkla uğraşmamak için susarmış. "Nasılsa" dermiş, "bir gün akıllanır, büyür." Hâlbuki Yadigâr'ın büyümek gibi bir derdi hiç olmamış. Onun derdi sevişmek, eğlenmek, az çalışsa da aylığını aynen almak, dedikodu yapmak, gerektiğinde dindar görünerek insanlar arasında bir yer edinmekmiş. Tüm bunları açıklıkla yaşayıp kendisi ile alay edebilme özelliğine sahip olanları hor görürmüş. Kafasında insanları "kıymetli" ve "kıymetsiz" olarak ikiye ayırır, kıymetsizler kendisine "Bugün çok hoşsun." deseler "Bana iğrençsin, dedi." dermiş. Kıymetliler ona açıkça hakaret etseler, "Şaka yapıyorlar bana." dermiş. Öyle bir yapısı varmış ki kim neyi neden dedi ayıramazmış. Ama zeki olduğunu düşünür, her şeyi çok iyi yaptığını zannedermiş.

Yadigâr da büyümüş birçok insanın başardığı gibi. Doğal seleksiyonda elenmiş demek isterdim ancak aileler çok koruyucu olduğu için zaten birçok insan elenmiyormuş artık. Elenmek zekâ ile alakalı değilmiş artık, para, pul, aile desteği, koruyan kollayan birinin olup olmaması ile alakalı imiş. Kendisinin değil, çevresindekilerin başardığı ile övünür olmuş Yadigâr. Başkasından aldığı ödevi "Harika yaptım." demiş. Bir akrabasının okuyup anlattığı makaleyi "Acaba gerçekten böyle bir şey var mı?" diyerek kontrol etmeden kendisi okumuş gibi çevresindeki gariban insancıklara anlatırmış. Birisi bunun yanlışlığını söylese kişisel algılar, aşağılandığını düşünürmüş. Çünkü o Yadigâr'mış. İnsanlığın yadigârı...

7 Mayıs 2017'de yazmışım bunu. Öyle taslak olarak duruyormuş.